23 Aralık 2012 Pazar

BOJİDAR ÇİPOF 22 ARALIK 2012'DE MELTEM TV'DE BÖLÜM 3




BOLÜM 3: Muharrem Bayraktar'ın hazırlayıp sunduğu "DİYALOG" programında, Balkan Savaşları'nın 100. Yılında, Balkanlar tartışıldı. Bojidar Çipof ile Özcan Pehlivanoğlu'nun katıldığı programda, Yunanistan'da ve Bulgaristan'da yaşayan Türkler ile İstanbul'da yaşayan Rumların durumu da masaya yatırıldı.

BOJİDAR ÇİPOF 22 ARALIK 2012'DE MELTEM TV'DE BÖLÜM 2

  

BOLÜM 2: Muharrem Bayraktar'ın hazırlayıp sunduğu "DİYALOG" programında, Balkan Savaşları'nın 100. Yılında, Balkanlar tartışıldı. Bojidar Çipof ile Özcan Pehlivanoğlu'nun katıldığı programda, Yunanistan'da ve Bulgaristan'da yaşayan Türkler ile İstanbul'da yaşayan Rumların durumu da masaya yatırıldı.

BOJİDAR ÇİPOF 22 ARALIK 2012'DE MELTEM TV'DE BÖLÜM 1




BOLÜM 1: Muharrem Bayraktar'ın hazırlayıp sunduğu "DİYALOG" programında, Balkan Savaşları'nın 100. Yılında, Balkanlar tartışıldı. Bojidar Çipof ile Özcan Pehlivanoğlu'nun katıldığı programda, Yunanistan'da ve Bulgaristan'da yaşayan Türkler ile İstanbul'da yaşayan Rumların durumu da masaya yatırıldı.

20 Aralık 2012 Perşembe

YUNANLILIĞIN DOĞUŞUNU HAZIRLAYAN ETKENLER ve GÜNÜMÜZDEKİ YANSIMALARI

11 Mayıs 330'da Bizans İmparatoru Konstantinos, Doğu Roma’nın yeni başşehrini resmen açtı ve zenginliğini arttır­mak hususunda elinden gelen hiç bir şeyi esirgemedi, özel­likle kilise inşaatına da büyük önem verdi. Bu suretle, Konstantinopolis’te başlangıcından itibaren Hıristiyanlık havasına girildi ve ahalinin bü­yük bir kısmı dil bakımından Grekleşti. Zaman içinde Bizans İmparatorluğu adını alan bu devlet, Büyük Roma'nın bitişinden itibaren Fatih Sultan Mehmed'in, İstanbul’u alarak bu imparatorluğa son vermesine kadar, bin seneden daha fazla bir süre ayakta kalmıştır.
 
Roma adı daima Bizanslıları büyülemiş ve Roma devlet geleneği Bizanslıların siyasi düşünce ve iradelerine sonuna kadar hâkim olmuştur. Roma İmparatorluğu'nun mirasçısı olarak hare­ket eden Bizans; bütün Dünya üzerindeki yegâne imparatorluk olmak istemiş ve Hıristiyan olan bütün ülkelerin üzerinde egemen­lik iddiasında bulunmuştu. Ancak Bizans, eski Roma'nın mi­rasçısı olmak düşüncesinde olmasına rağmen, zamanın akışı içinde Romalı temellerinden gittikçe uzaklaştı, kültür ve dil bakımından Grekleşti ve Bizans hayatı kiliseleşti.
Bizans’ta devlet ile kilisenin ittifakı her iki tarafa da bü­yük kazanç ve güç sağlamıştır. Bizans Devleti, Hıristiyanlığı, kuvvetli bir ruhi, birleştirici kudret ve imparatorluk için güçlü manevi bir destek olarak değerlendirmiş, kilise ise bu ilişkiden sonsuz maddi çıkarlar elde etmiştir. Mevcut nizamlara karşı olan her türlü hareket için “din karşıtı” denmiştir. Din kullanılarak kitleler üzerinde baskı ve tahakküm sağlanırken zaman zaman da devlet ile kilise çatışmıştır. Bu çatışmalar sonucunda; azledilen, asılan, adalar zindanlarında öldürülen ya da gözlerine mil çekilen patriklerin sayısı azımsanamaz.

Bizans imparatorları, “Sezaropapist” bir yaklaşımla kilise üzerinde mutlak bir denetim kurarak kiliseyi siyasi amaçları doğrultusunda kullanmaktaydılar ve patrikler üzerinde çok fazla denetime sahiplerdi. Birçok tarih ve din kitabında; imparatorla ters düştüğü için İstanbul Adaları’ndaki zindanlarda işkence yapılan, gözleri kör edilen, unvanı zorla elinden alınan patrikler hakkında bilgi bulunur. Bizans tarihsel sürecinde, patrikler hep emir kuludur.
İstanbul’un 1453’te Osmanlılar tarafından ele geçirilmesi ile başlayan “Yeni Çağ” 1789 Fransız İhtilâli ile son bularak “Yakın Çağ” başlamıştır. Gerek Yeni Çağ’ın ve gerekse Yakın Çağ’ın üzerinde bulunduğumuz bu topraklar ile çok yakın ilişkisi bulunmaktadır.
Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u alması esnasında Rum Patrikliği makamı boştu. Zira Fetihten önce Bizans İmparatoru Papalık ile askeri yardım karşılığında bir anlaşma yaparak Patrikliği bir anlamda fesh etmişti ve bu edenle de Ayasofya’da yapılan son Paskalya Ayini’ni bir Katolik kardinal yönetmişti. Fatih, şehri ele geçirdiğinde bu olayı öğrendi ve Patriklik makamına sevilen bir din adamı olan Georgios Sholarios’u patrik olarak atadı. 2. Yennadios dini ünvanı ile bu makama geçen Sholarios aynı zamanda Fatih tarafından “Rum Millet Başı” ünvanını da aldı. Rumların dışında kalan Ortodoksları da kapsayan bu “Millet Başı” ünvanı zaman içinde Osmanlı’nın başına dert hatta çöküşü hızlandıran unsur da olacaktı…
1789 Fransız İhtilali'nden sonra, özellikle Avrupa'da mil­liyetçilik akımları artmış ve bu dönemde, eski Yunan medeniye­tini Avrupa medeniyetinin beşiği sayan Yunan hayranlığı yayıl­mıştır. Bu dönemde; kültürel isimler altında kurulmuş Yunan derneklerinin yanı sıra, yasadışı Yunan örgütleri de bu Yunan sempatizanlarından maddi, manevi destek görmüşlerdir. Aynı dönemde; Voltaire gibi, Avrupa'nın önde gelen birçok aydını da Yunan sempatizanı olup, ortaya çıkan “Yunancılık” akımına yardım etmekteydiler. Yazdığı lirik şiirler, daima Helenlere methiyelerle dolu olan, Lord Byron ise Yunan isyanının ve “Megali İdea”nın mimarı, ozan/militan Rigas Ferreos'tan (Rhigas Fheraios) çok etkilenmiştir.
Çeşitli ırk ve dinlerdeki toplulukları bünyesinde barındıran Osmanlı İmparatorluğu topraklarında gözü olan devletler, bu etnik topluluklar üzerinde kışkırtıcı rol oynamaktaydılar. Osmanlı devlet geleneğine göre, ibadetlerini kendi dil ve dinlerine özgür­ce yapabilen bu topluluklar, zamanla patlamaya hazır bir bomba haline dönüştürülerek Avrupa devletlerinin ve Çarlık Rusya’sının maşası olmuşlardır.
17. Yüzyılda, Osmanlı İmparatorluğu çökmeye başlayınca, özerklik ve bağımsızlık emellerine kapılan kimi Hıristiyan azınlıklar, büyük devletlerle, özellikle Orto­doks Rusya ile birlikte düzen çevirmeye başladılar. Rusya, Osmanlı Devleti'ne karşı beslediği askeri ihtiraslarında, azınlıkları değer­li bağlaşıklar ya da aletler olarak görüyor, Hıristiyanların dini duygularını ve ulusal emellerini kışkırtarak, Osmanlı gücünü içeriden yıkmaya çalışıyordu.
Birçok batılı için “Constantinople” adının hâlâ Bizans'ı çağrıştırdığı ve askeri yoldan olmasa bile Osmanlı İmparatorluğu'nu köşeye sıkıştırma düşüncesinin kendini hissettirdiği bu dönemde Rumlar, Türklerden çok Batılılar ile ilişki içindeydiler. Hıristiyanlar arasındaki mezhep farklılıklarına rağmen, kar­ma evlilikler yolu ile organik bağların tesis edilmesi ile ve aynı dine bağlı olmanın sonucu olarak aynı ideali paylaşma duygusu da o dönemde hayli artmıştır.
Bu arada, elçiliklerde çalışan Rum memurların da etkisini unutmamak gerekiyor. Zira bunlar sayesinde, Rum-Batılı yakınlaşması daha da kolaylaşmıştır. Batılıların Rum tezlerini henüz tam olarak kabul etmiş olmamasına rağmen, Osmanlı İmpara­torluğu içindeki Hıristiyanların korunması ile ilgilenen Fransız­lar, Türklerin o zamanlardaki politikasına karşı taraf olmuşlar­dır. Osmanlı Hıristiyan toplumlarının, ruhani ve sivil kimi önderleri de Rum Patrikhanesi’ne Osmanlı Devleti içinde verilen ve devlet içinde devlet olma (imperium in imperio) niteliklerine sahip, ge­niş ölçüdeki hak ve ayrıcalıklardan yararlanarak yabancı devlet­lerle ilişkiler kurmakta ve bağımsızlık hayallerini gerçekleştirmeye çalışmaktaydılar.
Asırlarca Katolikler tarafından ezilen Rum Ortodokslar, Osmanlı idaresi altında aslında huzur bulmuşlardı ama Rum patrikler bu huzurun yanında kilisenin tarihinde olmadığı kadar da yetkiliydiler. Zira Bizans döneminde kilisenin ruhani işler dışında hiç bir yetkisi olmadığı gibi, patrik­ler de Bizans imparatorlarının entrikalarına maşaydılar. Osmanlı idaresine geçildikten sonra Patrik; padişahlıktaki Hıristiyanların devlet başkanı, patrikhanenin kutsal meclisi de (Sen Sinod) “Millet Meclisi” gibi çok geniş yetkilerle donatıldı. Osmanlı topraklarının genişlemesiyle birlikte, kilisenin bu yetki alanı da büyüdü ve “Devlet İçinde Devlet” oldu.
Rum Kilisesi, bu yetkilere sahip olunca, Osmanlı idaresi altındaki Hıristiyan tebaayı, özellikle Rum olmayan Bulgar gibi Slav kökenli Ortodoksları ezmeye başladı. Rumlar, her bakım­dan imtiyazlı olarak ticari faaliyetlerin de önemli bir bölümünü ellerinde tutmakta ve saray içinde en önemli görevlerde çalışmaktaydılar. Buna rağmen bir yandan Osmanlı Devleti'nin sonunu hazırlamak ve isyan için hazırlanmaktan geri kalmadı­lar. Osmanlı Devleti'nin, başta Rusya olmak üzere düşmanları ile işbirliği yaptılar ve sonunda Megali İdea'yı gerçekleştirmek için isyan ettiler.
Mitolojik masallarla kandırılan Rum Ortodokslar, arkalarında Yunan hayranlığından kaynaklanan ya da siyasi ve ticari çıkarlar için destek veren bir kitle ile ortaya “Yunanlı” olarak çık­tılar. Dışardan desteklenen bu akım evvelâ Anadolu'da yaşa­yan Hıristiyan tebaa üzerinde “Yunanlılaştırma” faaliyetleri ola­rak başladı. Yunanlılıkla ilgisi bulunmayan Anadolu'nun Türk Hıristiyanlarına sistematik bir çalışma ile Yunanlılığı be­nimsemeleri için propagandalar yapılmaya başladı. Yunan propagandasının örgütlenmesinde en önemli rolü şüphesiz Fener Rum Patrikhanesi oyna­mıştır. Rum okullarındaki öğretmenler ve papazlar yardımıyla, Ana­dolu'nun Ortodoks Mezhebi’nde olan Hıristiyan halkına “Hele­nizm” ruhu aşılandı. Bugün Yunancılığın temek doktrini olan “Megali İdea” nın (Büyük İdeal- Büyük Ülkü) temel noktası Türk düşmanlığı üzerinedir ve ideanın şahikası bir gün İstanbul’un Kostantinopolis adıyla yine Yunanistan’ın başşehri olmasıdır.
Sonradan İslamiyet’i seçmiş ama dışlanmış bir Yunanlı olan, Prof. Cosmas Megolamatis'in bu konudaki düşünceleri şöyledir:
Yunanistan'ın Türk karşıtı tavrını anlamak için, Yunanlılara ilk ve orta eğitimde hangi değerlerin benimsetildiğini ve da­ha sonra hu değerlerin üniversite, kitle iletişim araçları, o ülke­de yayımlanan kitaplar ve yapılan siyasal tartışmalar düzeyinde nasıl yaygınlaştırıldığını araştırmak gerekli olmaktadır (...) Yunan eğitim sisteminde öylesine bir din bilgisi dersi okutulmaktadır ki, bu kursun akademik ve uluslararası düzeyde düşünülen din tarihi dersi standartları ile uzaktan yakından bir ilgisi bulunmamaktadır. Yunanlılara öğretilen din anlayışı, Hıristiyanlığın, çağdaş bilimin ve bilim adamlarının vardığı sonuçlara son derece aykırı olan Ortodoks bakış açısıdır. Bu din dersle­ri, sonuçta Yunanlılara Hıristiyanlık hakkında gerçeklere hiç de uymayan bir görüş benimsetilmesine yol açar.
Edebiyat derslerine gelince, bu derslerde okutulan konu­lar, Yunanlıları sosyal düzeyde Ortodoks ideallerle uyumlu hale getirmek amacıyla. Yunan edebiyatından özenle seçilir. Böylece, bu dersler vasıtasıyla Yunanlılar, Ortodoks Kilisesi'nin isteklerine uygun düşen bir kişilik sahibi olmaya ve olayları kendilerinden istenilen şekilde görmeye ve değerlendirmeye başlarlar. An­cak sadece din derslerinin değil, Ortodoks Kilisesi'nin istediği içerikte verilen diğer derslerin de, ortalama Yunan vatandaşının karakterinin şekillenmesinde etkili olduğunu belirtmek yerinde olacaktır. Yunan Ortodoks Kilisesi'nin Yunan eğitim sistemindeki etkisi, sadece din dersleriyle sınırlı değildir.
Yunanistan'da, daha ilkokulda başlayan bu beyin yıkama ile “Megali İdea” ülküsü küçük çocuklara aşılanır. Kitaplara sistemli bir şekilde yerleştirilen telkinler, üniversite sıralarına kadar de­vam eder. Bir ilkokul kitabında ise “Ah Patrik” başlıklı bir yazıda 1821'deki Yunan isyanı sırasında asılan Patrik Grigorios'un hatırası anılmaktadır. Yazıda, patrik için “Hıristiyan ümmetinin fedaisi bir aziz” denilmiştir. (Yeni Kıbrıs Temmuz 1987 C. IV No. 10 s. 35, 36 "Kıbrıs Anlaşmazlığında Yunan Eğitim Politikasının Yeri" adlı makale, Muhsine (Helimoğlu) Yavuz)
Fatih Sultan Mehmed’in 1453’te Rum Patrikliği’ne bahşettiği “Millet Başı” statüsü olmasaydı, muhtemelen 1830’da Yunanistan adlı bir devlet kurulamazdı. Zaten Yunanistan, 3 Şubat 1830’da tesadüfen şu anki coğrafyasında kurulmuş bir devlettir.
1814’de Yunan İhtilali için kurulmuş gizli bir örgüt olan Filiki Eterya’nın faaliyetleri sonucunda 1821’e gelindiğinde Rum Patrikhanesi isyan hazırlığının merkezi ve silah deposu halini almıştı. Durumu öğrenen Osmanlı yönetimi Patrikhane’ye baskın düzenledi ve sahte yeniçeri giysileri ile çok sayıda silah ele geçirildi. Sadrazam Benderli Ali Paşa tarafından sorgulanan Patrik Grigorios 2 Nisan 1821’de Patrikhane’nin orta kapısında (Petro Kapısı) asıldı. Asılmanın ardından Rum Dini Meclisi tarafından, kapının önünde bir Osmanlı Şehzadesi, Sadrazamı ya da Şeyhülislamı asılmadıkça bu kapının açılmaması için bir fetva verildi. Bu fetva hâlâ geçerlidir ve kapı hâlâ kapalıdır. Kapıya (kendilerince) “Kin Kapısı” denilmektedir.

Yukarıda “Yunanistan, 3 Şubat 1830’da tesadüfen şu anki coğrafyasında kurulmuş bir devlettir.” demiştik. Çünkü Mora İsyanı ile başlayan süreçte, Yunanistan’ın Türkiye toprakları üzerinde kurulması hedeflenmişti, bu bağlamda; Yunanistan gerçekten şu anki coğrafyasında tesadüfen kurulmuş bir devlettir. 1821’de patriğin asılması ile başlayan Mora İsyanı’nın ardından uzun süren çarpışmalar Osmanlı’nın aleyhine oldu. Mora’daki çarpışmalarda Osmanlı, Batı ve Rusya’yı da karşısına almıştı. 1827’de Fransa, İngiltere ve Rus donanmaları Navarin Deniz Baskını ile Osmanlı’nın tüm gemilerini batırdılar. Bu süreç 1829’da Edirne Anlaşması ile Osmanlı’nın Yunanistan’ın bu günkü coğrafyasında kurulmasına razı olması ile sonuçlandı. Beş ay sonra 3 Şubat 1830’da imzalanan Londra Protokolü ile de Yunanistan resmen kuruldu.
Bu süreç aynı zamanda, Osmanlı’nın çöküşünü başlatan süreçtir. Zira bu sadece Yunanistan’ın kurularak Osmanlı topraklarından kopması değildi… Eflak Boğdan ve Sırbistan da otonomi kazandı, Rusya ticaret gemileri için boğazlardan serbest geçiş hakkı elde etti, Osmanlı İmparatorluğu, Rusya’ya savaş tazminatı ödemeyi kabul etti ve Çerkesya üzerindeki tüm hakları ile Karadeniz’in bir bölümünün kıyı kontrolünü de Rusya’ya devretti.

1930’da çatlayan yapı 1877/78 Osmanlı Rus Savaşı ile Balkanların büyük kısmı ile şimdiki Bulgaristan’ın yarısının da Osmanlı’nın elinden çıkması ile kırıldı. İnişler çıkışlarla dolu Osmanlı Tarihi sürecinde 1830 ve 1878 tarihleri en kötü yıllardır.
Osmanlı’da 1930’da başlayan çatırdamanın sorumlusu Rum Patrikhanesi’dir. Bu bağlamda, Yunanistan da varlığını Rum Patrikhanesi’ne borçludur. Tabi ki Yunanistan bunu hiçbir zaman yadsımaz. En kötü ekonomik şartlarda dahi Patrikhane’nin ihtiyaçlarını ve ayrılmış tahsisatlarını aksatmaz. Yunanistan bilindiği gibi büyük bir mali kriz ile karşı karşıyadır. Bu rağmen Papandreu’nun Yunanistan Başbakanı olduğundaki ilk icraatı, Rum Patrikhanesi’ne örtülü yardımı arttırmak olmuştu.

Ayrıca Rum Cemaati’nin buradan ayrılmamasını sağlamak için (İstanbul’da ve Gökçeada ile Bozcaada’da yaşamak şartı ile bağlanan) İstanbul’da yaşayan Rumlara üç ayda bir emekli maaşı ödenmektedir. 65 yaştan yukarı erkekler ile 60 yaştan yukarı “Hıristiyan” kadınlar “Rum Patrikhanesi’nin onayı” ile bu maaşı alabilmektedir. Ayrıca Gökçeada ve Bozcaada’da yaşayanlara da aylık olarak verilmek üzere “Yunanistan Sosyal Yardım ve Sosyal Sigorta Bakanlığı” bütçesinden ayrılmış maaş bulunmaktadır.

19 Kasım 2012 Pazartesi

RUM PATRİKHANESİ’NİN SON DÖNEMDE ANADOLU’YA YAKLAŞIMLARI



Bursa ili, Hıristiyanlık tarihi açısından çok önemli bir kenttir. M.S. 325 yılında 1. Genel Hıristiyan Konsili İznik’te yapılmış ve bugün Hıristiyanlığın en önemli amentüsü olan “Baba, Oğul ve Kutsal Ruh” üçlemesi bu konsilde karara bağlanmıştır. Bugün belki İznik, Bursa ilinin bir ilçesidir ama Bizans döneminde, İznik önemli olan yerleşim alanı idi. 1204’te Haçlı Ordusu’nun İstanbul’u zapt etmesinden sonra Bizans İmparatorluğu 57 yıl İznik’te barınmıştır. Bu bağlamda 57 sene merkez olması dışında, diğer zamanlarda da imparatorluğun İstanbul’dan sonra en önem verdiği 2 merkezden (Trabzon ve İznik) birisidir.
Heybeliada Ruhban Okulu’ndan sorumlu ve aynı zamanda Bursa Metropoliti Elpidophoros (Yani) Lambriniadis hakkında son 2 sene içinde çok sayıda makale yazdık. Bu göreve atanmadan önce Patrikhane Sen Sinod Genel Sekreterliği’ni sürdürürken, Rum Patriği Bartholomeos’un tüm yurt dışı seyahatlerinde ve görüşmelerinde yanında bulunmuştur. Heybeliada Ruhban Okulu; bilindiği gibi Patrikhane’nin çok önem verdiği bir okuldur.  ABD ve AB’nin de ilgi alanı olan bu okulun tekrar açılması Rum Ortodoks camia için önem arz etmektedir.  Okulun tekrar açılabilmesi yönünde bakıldığında; Elpidophoros’un bu göreve öylesine tayin edilmediği anlaşılır. Ancak aynı anda Bursa Metropolitliği’ne de atanması manidardır.
Elpidophoros’un ilk önemli adımı Bursa Metropolitliği için üzerinde Bizans dönemi İznik ve havalisinin Yunanca haritası bulunan İngilizce ve Türkçe 2 broşür bastırmak olmuştur.  
Bursa’nın geçmişten gelen önemi bağlamında, son dönemde Ortodoks kiliselerini satın alma ve Ortodoksların ayin yapabilmeleri için restorasyon çalışmalarına ağırlık verildiği gözlemlenmektedir. Bursa’da bu amaçla atılan ilk adımnlardan biri, Bursa Metropoliti Elpidophoros tarafından Tirilye’deki  (Eski adı ile Zeytinbağı Beldesi) “Kemerli Kilise”nin  (Yunanca adı ile “Panagia Pantovasilissa”) Patrikhane için finansmanını sağlayarak satın alması olmuştur. Son olarak ise geçtiğimiz Ağustos ayında, Mudanya’nın Kumyaka Köyü’nde bulunan ve mülkiyeti özel bir şahsa ait “Baş Melekler Kilisesi” de Bursa Metropoliti Elpidophoros tarafından Patrikhane için satın alınmıştır. Bu kilise, Bizans İmparatoru IV. Konstantinos Porphyrogenetos tarafından 780-797 yılları arasında yaptırılmış olup, dünyanın en eski üçüncü Ortodoks kilisesi olarak bilinmektedir. 
Rum Patrikhanesi, Anadolu ve Trakya’daki eski, metruk, bazılarının duvarlarının bile izi kalmamış kiliselerde son yıllarda ayinler yapmaktadır ve üzerinde Rumluğun esamesi kalmamış coğrafi alanlara, eski Bizans adları ile metropolitlikler ihdas edilmektedir. Bu esnada Batı Trakya’daki Türklerin uğradığı baskılar ve Türkiye ile Yunanistan arasında olması gereken, Lozan Anlaşması’na göre gerçekleşen mübadeleden sonra, uluslar arası anlaşmalar ile bağıtlanmış ama Yunanistan tarafında işlemeyen/işletilmeyen mütekabiliyet aklımıza gelmektedir. Bir yandan seçilmiş müftülerin görev yapmasının engellendiği, öte yandan Yunanistan tarafından atanmış müftülerin dayatılmaya çalışıldığı bir durum da söz konusudur.
Oysaki Türkiye’de Rum Patrikhanesi’nin durumu aynı mı? Ya da mütekabiliyet diyerek Patrikhane’ye ve Rum Cemaati’ne bu tür baskılar yapılıyor mu? 2010 ve 2011’de sayıları elli civarında Rum asıllı yabancı din adamına TC vatandaşlığı verildi. Burada Patrikhane’nin, “Din adamı ihtiyacımızı karşılayamıyoruz.” talepleri dikkate alınmıştır.
Acaba bir cami bile bulunmayan ama çok sayıda Yunan vatandaşı Türkün yaşadığı Atina için bir müftülük kurulabilir mi? Diyelim ki bu müftülük kuruldu, çok sayıda Türk vatandaşı din adamına Yunanistan vatandaşlık verir mi? TC yapılan Rum asıllı yabancı din adamı için de çok yazı yazdık. Bu yazılarımızı, dipnottaki linklerden bulabilirsiniz. 
Tabi şunu da düşünmek lazım: Şu anda Batı Trakya’da  seçilmiş iki müftü var. Bunlardan biri Elpidophoros’un yaptığı gibi Osmanlı dönemi haritalarla ve eski yerleşim alanlarının eski Türk adlarını kullanarak broşür bastırsalar başlarına neler gelir acaba?
Rum Patrikhanesi,  faaliyetlerini Bursa/İznik ile sınırlı tutmamış ve Ege bölgesindeki bir ilimize de “yetki”  olarak belirlemiştir. Geçtiğimiz Haziran’ın sonunda, yanında Cumhuriyet öncesi Kütahya ve havalisinde yaşayan Yunanlılardan oluşan kalabalık bir kafile ile birlikte Kütahya’da, İstiklal Mahallesi’nde bulunan metruk Başmelek Rum Kilisesi’ni ziyaret etmişlerdir. Her ne kadar yerel yöneticilere; “Ayinimizi yarın yapacağız. Otelin içinde (Kütahya Hilton Garden İn Oteli) olacak. Ancak ayini yapmadan önce buraya geldik. Bu günden atalarımızın ruhu için küçük bir dua okuduk. Buna bir ‘mevlit’ diyebiliriz. Rum dedelerimizin ruhu için dua ettik.” diyerek ayin yapılmayacağı temin edilse de metruk kilisede resmen ayin yapılmıştır.  Geçtiğimiz Kurban Bayramı’nda ise Elpidophoros Lambriniadis tarafından bu kez de Kütahya halkının bayramını kutlamak için mesaj yayınlanmış ve bu yerel gazetelerde yer almıştır.
Bursa, İznik, Tirilye derken şimdi de aniden ortaya Rumların bir “Kütahya Aşkı” çıktı. Bu süreç içinde ise Rum Patriği Bartholomeos da boş durmadı ve Şarköy, Sapanca, Mersin gibi birçok yere ve bu yerlerdeki metruk kiliselere ziyaretler gerçekleştirmiştir.
Heybeliada Ruhban Okulu, 1971’de YÖK Yasası çıktığında, YÖK’e bağlı olmak istemedikleri için ve bir tavır olarak “kendileri” tarafından kapatılmıştır. Mevzuata uymak koşulu ile açılmasında bir mani ve mahsur yoktur. Ancak bu okulun YÖK’ten bağımsız ve müfredat ile ilgili açılması ve yönetilmesi istenmektedir. Türkiye’de Lise dengi okullar Milli Eğitim’e, yüksekokullar da YÖK’e bağlı olmak zorundadır. Bu durumda birkaç bin kişi olan bir azınlığın, eğitim gereksinimi olan diğer Türk vatandaşlarını sahip olmadığı haklarla mücehhez bir okul açmak istemeleri doğru olur mu? Ayrıca eğitimi dini giysi ile sürdürme talepleri de vardır ki bu da mevzuatlara aykırıdır. (Etek gibi elbiselerin üzerine yukarıdan aşağıya giyilen ve “Raso” olarak adlandırılan dini giysi.)
Kendileri tarafından kapatılan Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması için, süreç içinde uyulması gereken kanun ve yönetmelikler açısından Türkiye tarafından yapılan hiçbir öneriyi dikkate almamışlardır. 1971’de verilen aynı tepki ile tamamen kendi arzuları doğrultusunda açılmasını için en ufak bir taviz vermemektedirler. ABD’deki başkanlık seçimleri dolayısı ile bu konudaki dış talep ya da baskılara biraz ara verildiğini gözlemleniyor. Bu okulun önümüzdeki günlerde Türkiye’nin başını daha fazla ağrıtacağının göstergeleri vardır.  Patrikhane çevrelerinden Ruhban Okulu sorununun yakında AİHM’ye taşınacağı duyulmaya başlandı ve bu konuda Türkiye’nin samimiyetsiz davrandığı serzenişleri var!
Yukarıda belirttiğimiz gibi, okul kendilerince kapatılmıştır. YÖK Yasası ise, Türkiye’deki tüm yüksekokulları disiplin altına almak için çıkarılmış bir yasadır. Okulun açılması konusunda Türkiye’nin samimi olmadığını iddia etmek asıl samimiyetsizliktir! Çünkü bu gün yasal mevzuatlara uymak koşulu ile açılmasında bir mani olmadığını ısrarla vurgulamaktayız.
İstenen; Anayasa’nın eşitlik ilkesi başta olmak üzere çok sayıda kanun ve yönetmelikleri hiçe sayarak birkaç bin kişilik bir cemaate özel bir “imtiyaz” sağlanmasıdır ki bu durumda Türkiye’ye haksızlık yapılmaması gerekir.
Peki, son 2 yılda ağırlıklı olmak üzere geçtiğimiz yıllarda, Batı Trakya’daki Türklerin durumu ile hiçbir koşulda mukayese edilemeyecek bir ölçüde Türkiye’nin azınlıklara sağladığı edinimler hiç mi dikkate alınmıyor. Eski vakıf mülklerinin iadesi, TC vatandaşı yapılan onlarca papaz ve daha birçok husus…
Yazımızda ağırlıklı olarak Bursa Metropolitinden bahsettik, zira Bursa’dan sonra artık Kütahya’ya da dikkat edilmesi gerekiyor. Yabancılara mülk satışı ile ilgili olarak Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’a sorulan bir sorunun cevabı; “Türkiye genelinde 2,8 milyon metrekare taşınmaza sahip olan Yunan uyrukluların en çok Bursa, İstanbul ve Manisa’da mülk edindiklerini” ortaya koydu. Ekonomik kriz ile boğuşan Yunanistan vatandaşlarının Türkiye üzerinde mülk edinmeye finans bulmaları çok manidar… İstanbul ile Bozcaada ve Gökçeada’da Yunanlıların mülk almalarının duygusal açıklaması yapılabilir. Bu yerler zaten Lozan’dan sonra gerçekleştirilen mübadeleden muaf ve bu süreç içinde Rumların yaşamaya devam ettikleri yerlerdir. Ancak, Anadolu’da Yunanlılarca satın alınan mülklerin duygusal açıklaması farklıdır. Bu, bir anlamda son yıllarda Anadolu’nun çeşitli yerlerindeki metruk kiliselerde yapılan ayinlere, Bartholomeos’un bu yerlere yaptığı ziyaretlere ve tek bir Rum yaşamayan bu yerlere, eski Bizans adları ile ihsas edilen metropolitliklere başka bir anlam yüklemektedir. 







9 Kasım 2012 Cuma

BULGAR PATRİĞİ MAXİM’İN ÖLÜMÜ (ÖNCESİ ve BEKLENENLER)



4 Temmuz 1971’den itibaren Bulgar Patriği makamında olan Maxim, (Marin Naydenov Minkov. Doğumu: 29 Ekim 1914) 6 Kasım’da kalp yetmezliğinden dolayı 98 yaşında vefat etti. Maxim, uzun süredir bir sembol olarak bu makamın başındaydı. Zira hayli yaşlı ve birçok sağlık sorunları olması nedeniyle yönetici vasfı bulunmamaktaydı ve Bulgar Kilisesi’ni astları yönetmekteydi.

İstanbul’daki Bulgar Kiliselerini yöneten “Bulgar Ortodoks Kiliseleri Vakfı”nda (Bulgar Eksarhlığı Vakfı) 1993 ile 2007 yılları arasında vakıf yöneticiliği yaptık ve bu süreçte Patrik Maxim ile çok kez bir araya geldik. Rum Patrikhanesi ile girdiğimiz hukuk mücadelelerinde Patrikhane’den yana gösterdiği duruştan ötürü -saygımız baki olmakla birlikte- genelde fikren çatıştık!

1996 ve 2002 yıllarında, Rum Patrikhanesi’ne 2 dava açtık. Özünde; İstanbul’daki Bulgar Cemaati’nin, Rum Patrikhanesi tarafından asimile edilmesinin engellenmesi olan bu davalarda, Patrik Maxim hep Rum Patrikhanesi’nin isteklerini yerine getirdi ve Türkiye’deki Bulgar Ortodokslarının Rum Patriği’ne biat etmesini istedi/sağlamaya çalıştı. O süreçte yaşananları, 2010’da belgeleriyle yayınladığımız, “Patrikhane ile Mücadelem, Bulgar Eksarhlığı Vakfı’nda 15 Yıl” adlı 656 sayfalık kitabımızda (220 belge ve 110 görsel) gözler önüne serdik.

Bu makalemizde, bir müteveffanın ardından karalama amacı gütmediğimizi özellikle vurgulayarak, Bulgar Kilisesi’nde son yıllarda yaşananları ve muhtemel geleceğini analiz etmek istiyoruz. 

Bulgaristan’ın komünistlikten demokrasiye geçtiği dönemde büyük bürokratik sıkıntılar yaşanmıştı. Komünist Todor Jifkov yönetimi, 10 Kasım 1989 tarihinde kansız bir darbe ile indirildi ve Bulgaristan’da “Büyük Demokrasi Dönemi” diye adlandırılan bir süreç başladı. Birdenbire ortaya büyük sermayeler çıktı. Güç ve para; eski bürokratlar, mafya mensupları ve geçmişte çok etkili olan gizli servis elemanlarının elinde toplanmıştı. Tabi ki Bulgar Kilisesi açısından da bu gelişmeler olumlu sonuçlar vermedi. Komünist Parti zamanında kurulan Bulgaristan Diyanet İşler Müdürlüğü ise demokratikleşen rejime etkisiz ve basiretsiz bir başlangıç sergiledi.

1990’da, “Ulusal Yuvarlak Masa Toplantısı” yapıldı ve ülkenin sorunları arasında Bulgar Patriği Maksim’in komünist yönetimin adamı olmak, yasal bir şekilde seçilmemiş -komünistler tarafından bu göreve getirilmiş- olması gösterildi. Bu süreçte bütün üst rütbeli din adamları da medyada şeytandan daha kara gösterildiler. Kısa bir süre evvel, de Devlet Araştırma Komisyonu’nun hazırladığı bir rapora istinaden Patrik ve 12 metropolitten oluşan Bulgar Kilisesi Sen Sinodu’nda komünist dönemde “Bulgar İstihbarat Teşkilatı” olan “DS”nin 11 ajanı bulunduğu açıklanmıştı. 

Bir grup din adamı yeni bir oluşum gerçekleştirmek için harekete geçti ve Patrik Maxim ile ekibine karşı çalışmaya başladılar. S.D.S Partisi’nden bir milletvekili olan Hristofor Zıbev o dönemde ortaya çıktı ve parlamentodaki “Diyanet İşleri Komisyonu”nun başına geçti. Diyanet İşleri Başkanlığına yaşlı bir avukat olan Metodi Spasov tayin edildi. Yeni komisyon tarafından uygun görünmeyen bazı metropolitler, Diyanet İşleri Müdürlüğü tarafından azledildiler. Patrik Maksim safında olanlar, bu gelişmeleri kilisenin otonomisine tecavüz olarak nitelendirdiler. 30 Mayıs 1992 günü, Metodi Spasov, “komünist ajanı” olduğu gerekçesiyle, Patrik Maksim’in azli için emir verdi. Yine aynı emirle yeni bir Sen Sinod tayin etti ve bu yeni Sen Sinod’un başına başkan vekili olarak Metropolit Dimon’u getirdi. Zıbev; 1 Haziran 1992 günü sabahın erken saatlerinde taraftarları ve fedaileri ile birlikte Sen Sinod merkezini işgal etti. Patrik Maksim, ruhbanlar ve sivil memurların binaya girmelerini kaba kuvvet kullanılarak önlendi. İçerde olanlar yaka paça dışarı atıldılar. Korumalarla çıkan çatışma sonunda içeri giremeyen Patrik Maksim ve diğerleri çaresiz Sofya Metropolitliği’ne sığındılar ve uzun bir süre orayı Patrikhane merkezi olarak kullandılar. Böylece Ortodoksluk tarihinde yaşanmamış bir süreç başladı. 

Bu arada, SDS hükümeti yetkiler vaat ederek, çok sayıda metropolit ile anlaştı ve böylece bir Sen Sinod daha kuruldu. Nevrokop Metropoliti Pimen ikinci sinodun başına seçildi. Bu suretle Bulgaristan’daki her metropolitlik bölgesinde, Patrik Maksim’e bağlı olanlar ve Pimen’e bağlı olanlar şeklinde iki başlı bir yönetim başladı. (Bunun ne anlama geldiğini şöyle tarif edebiliriz: Türkiye’de her ilde bir İl Müftüsü vardır. Her ilde farklı gruplara bağlı 2 il müftüsü olmasını tasavvur edelim…)

Bu rezalet öyle boyutlara ulaştı ki iş kaba kuvvete vardı. Bazı bölgelerde din adamlığı ile bağdaştırılamayacak hadiseler yaşandı, metropolitlik binalarının, kiliselerin, manastırların kapıları kırılarak girildi, yağmalandı, din adamları birbirlerini dövdü… Bulgar Sen Sinodu’na ait olan mum fabrikasına da yeni patriğin safında olanlar el koydu ki bu fabrikanın geliri kilise için fevkalâde önemliydi. İlienski Manastırı’nda (Sveti İliya) bulunan bu fabrikada Sinod’un tersi olarak yazılan “Donis” adlı bir şirket kuruldu, mum ve diğer dini malzeme satışları bu şirket üzerinden yürütüldü. 

İki yıl boyunca Sen Sinod binası, Pimen taraflarının elinde kaldı. Patrik Maksim’in tüm itirazları ise sonuçsuz kaldı. Bir tarafta yasal Sen Sinod’un başı olduğunu iddia eden Maksim; diğer tarafta Maxim komünist ajanıdır. O ve tarafları tayin ile gelmişlerdir. Biz gerçek Sen Sinoduz.” şeklinde konuşan Pimen taraftarları, dini açıdan rezalet sayılabilecek bu kavgayı sürdürürken Bulgaristan Devleti hadiselere sadece seyirci kaldı. 1 Haziran 1994 tarihinde Metropolit Neofit kalabalık bir fedai gurubuyla binayı kaba kuvvet kullanarak geri aldı tabi devlet buna da seyirci kaldı!

4 Temmuz 1996 tarihinde, bir kilise konsülü toplantısı toplandı ve Pimen yeni grup tarafından Patrik seçildi zaten Pimen grubu bu konsül toplantıları ile birlikte ikinci Bulgar Patriğini seçeceklerini basın yolu ile kamuoyuna duyurmuşlardı. Patrik Maksim ve onun Sen Sinodu, bu konsülün yapılmaması için devlete baskı yaptılar fakat yapılmasını engelleyemediler. Kilise konsülü yapılırken Metropolit Pimen’e, Kiev Patriği Filaret de katılarak destek verdi. Bu arada eski Başbakan Filip Dimitrov ile Başsavcı İvan Tataçev de bu toplantılara katıldılar. Böylece 91 yaşındaki Pimen, Bulgaristan’a ikinci patrik oldu. Başsavcı İvan Tataçev ise yapılan seçimi tescil edeceğini ve yasal olduğunu savundu. 

Yazımızın başında 98 yaşında yönetim erki açısından işlevsiz olan Bulgar Patriği Maxim’in astlarınca yönlendirildiğini bir anlamda kukla olduğunu belirtmiştik. Bu yeni oluşturulan Sen Sinod ve başına seçilen Pimen’in de aslında farkı yoktu, zira dizginler hep Metropolit İnokentiy’in elinde oldu. Zaten süreç içinde Pimen vefat edince İnokentiy kendisini Sen Sinod Vekili olarak tayin etti. Bu suretle de başında patrik olmadan yönetilen ikinci bir sinod varlığını sürdürmeye devam etti.   Zamanla Pimen taraftarı metropolitler Maxim’den aman dileyerek saf değiştirdiler. Yeni sinod İnokentiy’in başkanlığında ısrarla varlığını sürdürmeye çalışsa da başarılı olamadı. Metropolit İnokentiy’in dini rütbesini Rusya’da almış ve Rusya’ya sempati ile bakan biri olduğunu da belirtelim.

1994’te Rum Patriği’nin cemaatimiz üzerindeki baskısına karşı bir mücadeleye başladığımızda Metropolit İnokentiy, İstanbul’a gelerek bizimle görüşmüş ve destek sözü vermişti. Fakat bu sözde kaldı… 

Bulgaristan; varlığını tarihsel süreçte, Panslavizm’in hamisi olan Rusya’ya borçludur ve bu mevcudiyetini, (Rumi) 1293 Harbi ya da 1877-1878 Osmanlı Rus Harbi’nin getirisi olan Rusya’nın dayatması, Aya Stefanos Antlaşması’na bağlar. Aya Stefanos (Yeşilköy) Antlaşması 3 Mart 1878’de imzalanmıştır. Buna göre, “Tuna Eyaleti”nde kurulacak geniş bir “Bulgaristan Prensliği” kabul edilmekteydi. Ancak büyük Avrupa devletleri, “Aya Stefanos Antlaşması”nı kendi çıkarlarına uygun bulmayarak 18 Haziran 1878’de “Berlin Kongresi”ni tertiplediler. Zira en büyük edinim Bulgaristan’da görünse de aslında güç olarak en çok nemalanan Rusya olacaktı. Berlin Kongresi’ne göre ise yaratılmak istenen Büyük Bulgaristan, küçültülerek Balkan Dağları kuzeyinde oluştu, Makedonya ve Balkan Dağları ile Ege Denizi arasındaki topraklar Osmanlıya bırakıldı. Aya Stefanos Anlaşması yürürlüğe girememiş de olsa, bugünkü Bulgaristan mevcudiyetini Rusya’ya bağlıdır ve bu şükran hep var olmuştur. 

Ta ki Bulgaristan’ın AB üyesi olma süreci başlayana kadar… 

Bulgaristan’daki kilise savaşını bir anlamda ABD ile Rus güç savaşı olarak da görmek gerekir. Dünya Ortodoks nüfusunun çok büyük kısmı Rusya’da yaşar. SSCB döneminde buna neredeyse tümü dahi denilebilirdi. Türkiye’de birkaç bin Rum Ortodoks vardır. Yunanistan’daki Slav, Müslüman ve Yunan olmayan unsurları çıkardığımızda ise birkaç milyon ile tanımlayabileceğimiz Yunan Ortodoks bulunur. Rusya’nın Ortodoks nüfusunu Yunanistan ile mukayese etmek bu bağlamda mümkün değildir. Bu bize, Rus Ortodoks Kilisesi’nin Fener Rum Patrikhanesi’nin Ekümenik ve Rum Patriği’nin Dünya Ortodokslarının lideri olma sevdasının karşısında durmasını açıklayabilir. Ve ABD’nin her daim Fener Rum Patrikhanesi’nin arkasında olması, en büyük destekçisi olması da bu suretle anlaşılır. 

1989’dan sonra, İstanbul’daki Bulgar Kiliseleri’ndeki önemli ayinler Rumca yapılmaya başlanmıştı. Buna dönemin “Grekofil” olarak bilinen Bulgar Vakfı yöneticileri de çanak tutmaktaydılar. 1994’te ise Rum Patrikhanesi ile aramızda dini belgeler krizi patlak verdi. Rum Patriği Bartholomeos, Türkiye’deki Bulgar Cemaati Başpapazı, Kostantin Kostoff’a baskı yaparak, vaftiz ve evlenme dini belgelerinin bundan böyle Rumca yazılmasını zira Türkiye’deki Bulgar Kiliseleri’nin kendisine bağlı olduğunu iddia ediyordu. (Bu süreç “Patrikhane ile Mücadelem, Bulgar Eksarhlığı Vakfı’nda 15 Yıl” adlı kitabımızda belgelerle tüm ayrıntıları olan 1996’daki hukuk sürecini başlattı.)

Bu süreçte, Maxim daima Rum Patrikhanesi’nin yanında yer aldı. Medyada yaşananların ayyuka çıktığı bir anda -ki bunu, Rum Patrikhanesi açısından hep çok akıllıca bir hamle olarak değerlendirdik- Rum Patriği Bartholomeos, Sofya’ya giderek Bulgar Patriği Maxim’e gövde gösterisi niteliğinde büyük bir destek verdi. 

Bartholomeos bu gezisinde diğer Sen Sinod’u tamamen dini kanonlara göre yasadışı ve yasal tek patriğin Maxim olduğunu ilân etti. Tabi bu durum ve Bartholomeos’un bu destek ziyaretinde Maxim’in bizim hakkımızda yaptığı beyanlar, Bulgaristan’da medya tarafından çok eleştirildi. Ama bu ziyaret ikinci Sen Sinod’un bize karşı destek vermemesine neden oldu. Hani “şaka gibi” denir ya… Kavganın başladığı anda harekete geçerek, İstanbul’a kadar gelen ve o an için bize çok önemli dini belgeler teslim eden, bir anlamda dini belgeler krizinin çözülmesinde de faydalı olan Metropolit İnokentiy, telefonlara çıkmamaya başladı. Biz de bir daha kendisini arayıp rahatsız etmedik! Bu değişmeyi ise kendi açılarından anlamaya çalıştık ve şu kanıya vardık: İkinci sinodun -ki arkasında devlet desteği de vardı- bir şekilde dini açıdan da yasal sinod kabul edilmesi durumunda Rum Patrikhanesi ile köprüleri atmamak! İstanbul’daki Bulgar Cemaati’ne yapılanları onaylayan bir tavır almadılar ama karşı da çıkmadılar.

Rum Patriği Bartholomeos, daha sonra da ziyaretler yaparak Maxim’in elini sürekli güçlendirdi. Aynı dönemde Yunanistan da hararetli bir şekilde Bulgaristan’ın AB üyeliği için destekçisiydi. 

Bu kavgalar süregelirken, Feriköy’deki Bulgar Mezarlığı’nda bir gün o anda Bulgaristan Başkonsolosu olan “Kiril Momçilov”, yanında bir dışişleri yetkilisi olduğunu sonradan anladığımız kişi ile birlikte bize aba altından sopa göstermeye çalıştı. Münakaşa esnasında “Bizim AB ile aramızı mı açacaksınız.” şeklinde bir ifade sarf etti. Kendisine pek de “nazik” olmayan bir üslupla, Bulgar Kiliseleri Vakfı’nın bir Bulgaristan kurumu olmadığını, Türkiye Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne bağlı, tüzel kişiliği olan bir Türk kurumu olduğunu ve yöneticilerinin de birer TC vatandaşı olduklarını söyledik. Yunanistan’ın AB sürecinde Bulgaristan’a desteği hep sürdü, bu süreçte de Bulgar Patriği Maxim’in Rum Patriği’ne “medyunu şükran” tavrı devam etti…

Patrik Pimen’in vefatının ardından, işlevsiz ve patriksiz kalan ikinci grubun çoktandır esamesi kalmamıştır. Bu bağlamda, Patrik Maxim de yaşamının son yıllarını huzur içinde, sorunsuz sürdürdü. Maxim’in bir dönem yaşlılıktan ötürü istifasını istediler ama o kabul etmedi, dini kurul da Barholomeos’un desteğini sürdürdüğü birini AB’ye girme sürecinde azil etmeye cesaret edemedi ve bu güne gelindi. 

Maxim’in bu kadar uzun yaşaması bir anlamda Bulgaristan’daki bazı beklentileri ya da dengeleri alt üst etmiştir. Bu makamlarda bulunanların yanlarında hep ondan sonra makamı elde etme arzusunda olanlar bulunur. 90’lı yıllarda, Metropolit Neofit ve Metropolit Dometyan’ın adları Maxim’in ardından “müstakbel” olarak telaffuz edilen isimlerdi. Bir zaman sonra Dometyan için bu söylem daha çok arttı. Ama şu anda artık onlar da yaşlı ve Bulgar Kilisesi’nin Maxim örneğindeki gibi erki kullanamayan ya da sağlının bozulma ihtimali olan birini seçme ihtimali zayıf görünüyor. Bu durumda ise ortaya sinodun en genç üyesi olan “Plovdiv Metropoliti Nikolay” çıkmakta…

Bulgaristan Kilise Kanonları’na göre, 7 gün içinde Sen Sinod Başkan Vekili’nin ve 4 ay içinde ise yeni patriğin seçilmesi gerekiyor. Bu işlemleri yürütmek için Sen Sinod’un başına “Tırnovo Metropoliti Grigoriy” getirildi. Teamüllere istinaden böyle bir süreçte Sen Sinod’un başına getirilen kişi; patrik olma şansı olmayan biridir. Zira Ortodoks dini yapılanmasında Sen Sinod başkanı o an görevde olan patriktir ve yeni patriğin seçimi ile birlikte Grigoriy’in de görevi bitecek.

Bir başka husus Bulgaristan Patriği’nin aynı anda Sofya Metropoliti ünvanını da taşıdığıdır. Maxim’in vefatının ardından boşalan bu görece de geçici olarak “Plovdiv Metropoliti Nikolay” getirildi. Bugün yapılan cenaze törenini de doğal olarak Nikolay yürüttü. Bu veriler karşısında, (şahsi) analizimiz; en genç sinod üyesi olan Metropolit Nikolay’ın müstakbel Bulgar Patriği olacağıdır. 

Müteveffa Patrik Maxim için dün (8 Kasım Perşembe) Sofya’daki Aziz Nedelya Kilisesi’nde, Rum Patriği Barholomeos,  Başbakan Boyko Borisov, çok sayıda bakan ve yöneticinin de katıldığı dini tören yapıldı.  

Rum Patriği Bartholomeos Perşembe günü özel bir uçak ile Sofya’ya vardığında yaptığı açıklamada Maxim’i “En iyi dostum” olarak niteledi. Maxim’in vefatı üzerine Bulgaristan’da 9 Kasım Cuma günü ulusal yas ilan edildi. Sofya’daki ve Bulgaristan’ın en büyük ve görkemli kilisesi “Aleksandır Nevsky”de Bulgaristan ve diğer ülkelerin diplomatları ile Ortodoks liderlerinin ve Rum Patriği Bartholomeos’un da katılımıyla ayin yapıldı.  Ayinde Bartholomoes bir konuşma yaptı. Daha sonra cenazesi defnedilmek üzere“Troyan Manastırı”na gönderildi. 

Allah Rahmet Eylesin…

Bojidar Çipof