23 Ağustos 2014 Cumartesi

UKRAYNA’DA KİLİSE SAVAŞLARI

  
Moskova Patrikhanesine bağlı Ukrayna Ortodoks Kilisesinin yeni başkanı 16 Ağustos tarihinde  yapılan törenle 69 yaşındaki Metropolit Onufry oldu.

Ukrayna Ortodoks Kilisesi’nin Başpiskoposu Vladimir, 5 Temmuz'da iç kanamaya bağlı olarak hayatını kaybetmişti. Vefat eden merhum Metropolit Vladimir, kilisedeki farklı siyasi eğilimleri dengede tutan biriydi ve bu nedenle seçimlerin Rusya’ya yakın ve Rusya’ya mesafeli kesimler arasında geçeceği öngörüldü.

Moskova Patrikhanesi’ne bağlı Ukrayna Ortodoks Kilisesinin resmi temsilcisi Georgiy Kovalenko, basın servisi aracılığı ile yaptığı açıklamada; Rus Ortodoks Kilisesi Patriği Kiril’in Ukrayna Ortodoks Kilisesi Başkanlığı seçimlerine davet edilmediği bildirildi. 

Kiev'de yapılan cenaze merasimine katılan Ukrayna Cumhurbaşkanı Petro Poroşenko ise ayinden sonra yaptığı açıklamada şöyle konuştu: 

Ukrayna kilisesi bugün büyük bir kişiyi kaybetti. Başpiskopos Vladimir kiliselerimizin kurucusuydu. Ukrayna’nın içinde bulunduğu bu zor dönemde ona ihtiyacımız vardı. Kendisi mütevazı, seçkin bir adam, bilge bir şahsiyet, hayır sahibi, güçlü bir inancı olan bir Hıristiyan’dı.

Ukrayna yaklaşık 45 milyon nüfusa sahip bir ülkedir. Nüfusun büyük bölümü ise Ortodoks’tur. Ukrayna’daki Ortodokslar başlıca iki kiliseye bağlıdırlar. Rusya’ya yakın olan kesimler Moskova Patrikhanesi’nin Ukrayna Metropolitliği’ne bağlıdır. Milliyetçi ve Batı yanlısı Ortodoksların büyük bölümü ise Moskova Patrikhanesi’nden bağımsızlığını ilân eden Kiev Patrikhanesi’ne mensuptur. Turuncu Devrim ile cumhurbaşkanı olan Viktor Yuşçenko’nun başkan olmasındaki etkenler arasında Batı taraftarı kiliseleri de zikretmek gerekiyor. Çünkü Ukrayna’daki başlıca iki kilise de kendi açılarından hayli kuvvetli pozisyondadırlar ve kitleleri etkileme güçleri de yüksektir.

Bir araştırmaya göre Ukrayna; Kıbrıs Rum Kesimi, Polonya, Slovakya ve Portekiz’den sonra, en dindar beşinci Avrupa ülkesi konumundadır.  Ülkede Rum Katolikler de denen Uniat Kilisesi de dâhil olmak üzere yüzde 15 civarında (6-7 milyon) Katolik ve ayrıca 400-500 bin civarında Yahudi bulunmaktadır.

Ukrayna; Fener Rum Patrikhanesi ile Moskova Patrikhanesi arasındaki sorunlu hususlardan da biridir. Soğuk savaş döneminin ardından Rusya’nın eski coğrafyasında (SSCB) bulunan Ortodoks halkların üzerinde Moskova Patrikhanesi’nin hâlâ etkili olmasını sağlama gayretleri başladı. Zira 200 milyondan fazla Slav-Ortodoks’un (dini açıdan) başı konumunda bulunan Rus Kilisesi üzerinde, ABD’nin Rum Patrikhanesi’ni kullanarak etki/baskı kurma gayretleri soğuk savaş döneminin hemen ardından daha da yoğunlaştı. Rusya’nın kendi patrikhanesini kullanarak ve kiliseye her türlü desteği de vererek güçlendirme çabalarının karşısında, ABD’nin de Rum Patrikhanesi’ne olan ilgisi ve desteği arttı.

Sovyetler Birliği yıkılınca Patrik 2. Aleksey, Amerika’daki kiliseyi Rusya'daki kilise ile birleştirmek istedi.  ABD Rus Kilisesi ise iki şartla bu birleşmeyi onaylayacaklarını açıkladı. Bunlardan ilki komünistlerin katlettiği insanlar için bir anma günü ilan edilmesiydi. Diğeri ise Patrik Sergey için ortaya atılan komünistlere koşulsuz boyun eğmiş olduğu iddiasına karşılık, Rus Kilisesi tarafından tüm Ruslardan özür dilenmesiydi.

Bu talepler  Putin ve Patrik Aleksiy tarafından kabul edilmedi ama yine de birleşme gerçekleşti. Bu birleşme ile birlikte Moskova Patrikhanesi çok güçlendi ve Fener Rum Patrikhanesi’nin Ortodoksların lideri olma pozisyonunu kabul etmedi ki bu zaten Putin’in de kabul etmediği bir durumdu. Dünya’daki en büyük Ortodoks nüfus bilindiği gibi Rusya’dadır. Bu noktaya, Rusya’nın değişimden önceki pozisyonunu ve SSCB dönemini de göz önüne alarak bakarsak, Ortodoksların yarıdan fazlasının bu coğrafyada bulunduğu görülmektedir.

Moskova Patrikhanesi bu bağlamda; dünyadaki en büyük Ortodoks cemaate sahip olduğunu ve Dünya üzerindeki her 2 Ortodoks’tan birinin Rus olduğunu her fırsatta ortaya koymaktadır.

Sovyet Rusya’nın dağılması ile birlikte Moskova ile sürekli rekabet içinde olan Rum Patrikhanesi ile Ukrayna ve Gürcistan kiliseleri arasında temaslar başladı. Bu kiliselerin eskiden Moskova olan dini idare merkezini ya da otoritesini kendi ulusal politikaları çerçevesinde, kabul etmemeleri ise zaten çok doğaldır. Eskiden Moskova Patrikliği’ne bağlı olmak durumunda/zorunda olan SSCB’den ayrılmış bu ülkelerin, doğal bir milli tepki olarak Moskova’ya dini açıdan bağlı kalmama istekleri bu bağlamda anlaşılır bir tepkidir.

Moskova Patrikliği ile Fener Rum Patrikhanesi'nin arasında ezeli bir rekabet hatta husumet bulunmaktadır. Bu rekabet ya da husumet; Osmanlılara karşı yardım vaadi karşılığında Bizans’ın Ortodoksluk ve Katolikliğin tek çatı altında yapılanmasına rıza göstermesinden kaynaklanır. İstanbul’un Fethi’nden hemen önce yapılan son Paskalya Ayini bu bağlamda, Vatikan tarafından görevlendirilmiş bir kardinal tarafından ve Katolik ritüeline göre idrak edilmişti. Rus Kilisesi, İstanbul’un Fethi’nden sonra bir dönem kendisini 3.Roma olarak da saymış ve Ortodoksluğun hamisi rolünü uzun süre sürdürmüştür. Ruslar; Bizans’ın dine “ihanet” ettiğine hâlâ inanırlar.

Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihi kadar eski olan Rum Patrikhanesi’ne olan ABD ilgisi ise Sovyet Rusya’nın çöküşü ile birlikte ABD’nin adeta bir dış politika hedefi şeklini aldı. Rus Kilisesi’nin şemsiyesi altında ya da himayesi altında olmayı kabul etmeyen ve Sovyet rejiminin çöküşünün hemen ardından Rus Patrikhanesi’nin dini hiyerarşisinden kopan Baltık ülkelerinin kiliseleri ile Ukrayna ve Gürcistan kiliseleri bu dönemde Moskova’dan ayrılmışlardır.

Eski Sovyet coğrafyasında bulunan devletler ile olan siyasi ve ekonomik ilişkiler politik açıdan bu süreçte çok önem kazandı. ABD ile AB’nin bu ülkelerde etkili olmasının getireceği kazanımlardan ötürü, çok fazla siyasi etkenin arasına bu Ortodoks halkların Moskova’nın dini otoritesinden etkilenmemeleri de eklendi.

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in iktidara gelmesinden sonra Rusya için daha fazla önem kazanan Avrasya coğrafyasında Ukrayna'nın Batı yanlısı bir politika izlemesi, Rusya açısından kabul edilmemiştir. Çünkü Ukrayna, 45 milyon nüfusuyla ve kalabalık Ortodoks cemaatiyle Rusya açısından son derece önemli bir ülkedir.

Ukrayna’nın bu önemli pozisyonu; Moskova Patrikliği ile Fener Rum Patrikhanesi arasındaki Ukrayna’nın kendi ruhani alanlarında olduğu iddialarını da beraberinde getirmektedir. Ukrayna Devlet Başkanı Viktor Yanukoviç, 2010 yılında yaptığı Türkiye ziyareti kapsamında, Rum Patrikhanesi’ne de bir ziyarette bulunmuştu. Yanukoviç bu ziyaretinde Ortodoks Dünyası’nın birleşerek merkezinin "Konstantinopolis Patrikhanesi" (Fener Rum Patrikhanesi) olması gerektiğini söylemişti. Kiev Patrikhanesi Basın Sözcüsü Başpiskopos Yevstrayiy de Al Jazeera’ye yaptığı bir değerlendirmede, Ukrayna’nın Fener Rum Patrikhanesi’ne tam anlamıyla bağlanmasının, Moskova Patrikhanesi açısından büyük bir darbe olacağını şu sözlerle ifade etmiştir:

Moskova Patrikhanesi, Dünya’daki en geniş cemaate sahip Ortodoks Kilisesi olduğunu söylüyorsa bu Ukrayna’daki Ortodoks Cemaati’nin sayesindedir.

Penta Center of Applied Political Studies Başkanı siyasal bilimci Volodimir Fesenko ise metropolit seçimlerinden önce bir değerlendirme yaparak şunları söylemişti:

Ukrayna Metropolitliği, Doğu ve Güney Ukrayna’da yaşayan ve Rusça konuşan inançlı insanların bağlı olduğu kilisedir. Rusya ile Ukrayna arasındaki anlaşmazlık her iki kiliseyi zor durumda bırakmıştır. Seçimleri Rusya yanlısı bir din adamının kazanması; Rusya’ya yandaş olmayanların olanların tepkisini çekecektir ki bu da ardından kilisenin parçalanmasına neden olabilir.

Bu bağlamda; Metropolit Onufry’in Ukrayna Kilisesi’nin yeni başkanı olması birçok kesimde memnuniyet yarattı. Uzmanlar, bir yandan ülkedeki mevcut siyasi krizin en azından kiliseye de yansımayacağı görüşündeler, öte yandan bunu fırtına öncesi sessizlik olarak algılayanlar da mevcut!

Tamamen zıt olan bu görüşlere bakarak; Rusya destekli Moskova Kilisesi ile ABD destekli Fener Rum Patrikhanesi’nin Ukrayna Kilisesi’ndeki güç savaşı için şu an sadece ötelenmiş olduğunu söylemek de mümkün…

Metropolit Onufry; Dormition Katedrali'nin meydanında halka açık olarak düzenlenen törenle Ukrayna Ortodoks Kilisesinin yeni başkanı oldu. Törene katılan kilise temsilcileri şunlardır:

Fener Patrikhanesi, İskenderiye, Kudüs, Gürcistan, Sırbistan Yerel Ortodoks Kiliseleri temsilcileri, Romanya, Bulgaristan, Yunanistan, Polonya, Slovakya, Çek, Amerika'da Ortodoks Kilisesi, Rusya dışındaki Rus Ortodoks Kilisesi ve Rus Kilisesi (Patrik Kiril’in temsilcisi olarak Volokolamsk Metropoliti Hilarion katıldı.)

OSMANLI’DA ve CUMHURİYET’TE KÖLE BİR SEKTÖR: KÖMÜR MADENCİLERİ ve ZORLA MÜKELLEFİYET

Bu makale ilk olarak 2023 Dergisi Haziran 2014 sayısında yayınlanmıştır. Soma Faciası ile ilgili davanın 11 Temmuz 2018’de sonuçlanması vesilesiyle konuyu dikkatinize sunuyoruz.  

Türkiye 13 Mayıs 2014’de, Manisa’nın Soma İlçesi’nde yaşanan büyük bir facia ile sarsıldı ve tarihimizdeki bu en büyük maden faciasında 301 madencimizi kaybettik. Maalesef yeterli tedbirler alınmadığından madenciliğin var oluşundan bu yana böyle trajediler yaşanmaktadır! Peki, bu insanlar neden bile bile böylesine tehlikeli bir iş kolunda çalışıyorlar? Madencilik yapılan bölgeler genelde tarıma elverişli olmuyor ve iş imkânları kısıtlı. İş imkânlarının azlığı yaşamak/geçinmek zorunda olan insanları madenlerde çalışmaya mecbur ediyor! 

Bu yazımızda; hadisenin iş güvenliği ile olan kısmını irdelemeyeceğiz, bölgede başka iş seçme imkânı olmadığından zorunlu olarak çalışan madencilerin hem Osmanlı hem de Cumhuriyet dönemlerinde “kanun” emriyle ve nasıl “zorla” çalıştırıldıklarını göz önüne sereceğiz! Çünkü günümüzde ekonomik açıdan “zorunlu” olarak madenlerde çalışan bu emekçiler, Osmanlı döneminde Dilaver Paşa Nizamnamesi ile Atatürk’ün vefatının ardından ise İnönü Hükümetlerinin arka arkaya çıkardığı birtakım kanunlarla “köle” gibi madenlerde çalıştırılmışlardır.

Dilaver Paşa Nizamnamesi (1867)

Hâdisenin 1867’den daha eskiye giderek arka boyutuna bakıldığında; Zonguldak ve havalisindeki kömür çıkarım faaliyetlerinin 1848’li yıllarda başladığı bilinmektedir. Osmanlı döneminde, bazı iş kollarında kömür kullanılmaya başlanması ve buharlı savaş ile ticaret gemilerinin devreye girmesiyle birlikte, genel olarak ısıtma malzemesi olan kömür; stratejik öneme sahip bir ürün oldu.

O gün koşullarında feodal sisteme bağlı bir çerçeve içinde yapılan tarımın bölgeye fazla bir ekonomik getirisi olmamaktaydı. Diğer bölgelere nispeten bu havzalarda verimsiz olan tarım alanları, işsizliğin de bir faktörüydü. Bugün hâlâ olumsuz ve sağlık ile can güvenliği bulunmayan şartlarda yapılan madenciliğin, 18. yüzyıl koşullarında, sağlık ile can güvenliği açısından ne kadar olumsuz olabileceğini de düşünmeliyiz…

Bölgedeki işsizliğe rağmen o dönemde madenlerde çalışacak işgücü bulunamıyordu. Osmanlı Devleti bu sorunu madenlerde “İş Mükellefiyeti” uygulamaları ile çözmeye çalışmıştır. İnsanların adeta silâh zoruyla- can güvenliğinin bulunmadığı ve sağlık koşullarının elverişsiz olduğu madenlerde çalışma zorunluluğu uygulaması da böylece başladı...

Maden Nazırı Dilaver Paşa’nın 1867 tarihli Nizamnamesi ile Ereğli Sancağı’nda yaşayan 14 ilçe halkından, 13-50 yaşları arasındaki hasta ve sakat olmayan erkekler için altışar ay zorunlu çalışma yükümlülüğü getirildi. Nizamname’nin 21. maddesi gereği günde 10 saat çalışmanın karşılığı ise komik bir yevmiyeydi ve bu komik yevmiyeli işi kabul etmemek gibi bir durum ise asla söz konusu değildi.

Dönem itibariyle Anadolu’nun çeşitli kesimlerinde zaten uygulanmakta olan, karşılığı alınamayan zorunlu (angarya) çalışma; Dilaver Paşa Nizamnamesi ile resmî bir mahiyet kazanmış oldu ve 1923 yılına kadar farklı şekillerde devam etti. 1. İş Mükellefiyeti olarak tanımlanan bu durum, 1923’te seferberliğin kaldırılmasına kadar sürmüştür.

Zorla çalıştırmaya tepki veren köylüler maden ocaklarından firar etmeye başladılar. Bu kez de Bahriye Nezareti mükellef olan işçileri askere almak sûretiyle ve asker statüsünde zorla çalıştırdı! Zaten mükellefiyet kaçaklarının yakalandıklarındaki akıbeti o kadar vahimdi ki askere alınarak çalışmaya devam edenler hayli şanslıydılar. 

2. İş Mükellefiyeti

İsmet İnönü Hükümeti’nin 1940’ta çıkarttığı “Milli Koruma Kanunu” ile birlikte “2. İş Mükellefiyeti” süreci başlamıştır. Bu sürece gelinceye kadar geçen sürecin arka planını da kısaca ele alalım…

1939’un Eylül ayında Almanya’nın Polonya’yı işgali ile başlayan süreçte; kısa bir sürede İngiltere ve Fransa’nın da olaya katılmasıyla 2. Dünya Savaşı başladı. Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünün ardından henüz bir sene geçmemiş iken yanı başımızda, Avrupa’yı saran bu savaş; Türkiye için başta ekonomik koşullar olmak üzere zor bir dönemin başlangıcıydı. Türkiye bu savaşa girmedi ama ekonomik olarak içinde bulunduğu durum açısından, kısmî olarak seferberlik uygulamasına geçildi ve böylece yokluklarla dolu, gıda malzemelerinin karne ile alınabildiği zor bir dönem başladı…

Türkiye belki savaşa girmemiştir ama etkilerini ciddi biçimde yaşamıştır. Örneğin; 1938-1945 arasında gayri safi milli hasılada %27 gerileme oldu. Yüksek fiyat artışları sonucunda, ücretler 1945'te, 1938 yılına oranla %54 geriledi.

İsmet İnönü bu zor dönemi yönetmek için, 7 Haziran 1939 tarihinde 3634 Sayılı “Millî Müdafaa Mükellefiyeti Kanunu”nu Meclisten geçirdi ve kanun 16 Haziran 1939’da Resmi Gazete’de de yayınlanarak yürürlüğe girdi. Bu kanun ile tasarlanan; Türkiye ve çevresindeki değişken olaylar sebebiyle, sürekli olarak kanun ve kararnameler çıkarılmasının önüne geçmekti ve gerektiğinde hükümetin elini hafifletmek maksadını da taşımaktaydı.  Bu kanun o gün açısından Türkiye’nin iktisat politikasının en önemli dayanağı olmuştur denebilir. [1]

Bu geniş kapsamlar çerçevesinde Hükümete başta sanayi ve madencilik olmak üzere ne kadar üretim yapılacağını belirleme hakkı da verilmişti ve tüm işletmeler bu hususta hükümetle işbirliği yapmak zorundaydılar. Hatta devlet gerektiğinde özel işletmelere el koyma hakkına da sahipti.

Kanunun 9. Maddesi ile özel ya da kamuya ait sanayi ve maden işletmelerine ücretli işçi bulma hakkı da Devlete verilmiştir. Bu bir anlamda Devletin kendi belirleyeceği yerde ve belirleyeceği ücretle kişileri “zorunlu çalıştırma” hakkını elde etmesidir.

(Madde 9: Milli müdafaa mükellefiyetleri, millî müdafaa mükellefiyeti komisyonları vasıtası ile tatbik olunur.

Eğer bir mahalde Milli Müdafaa mükellefiyeti komisyonu bulunmaz veyahud bir mükellefiyetin acele tatbıkına zaruret hâsıl olup ta usulü dairesinde komisyona müracaata imkân bulunmazsa mükellefiyet doğrudan doğruya ciheti askeriyece tatbik olunabilir.

Her türlü teslimler askeri makamlarca tayin olunacak tesellüm heyetlerine makbuz mukabilinde yapılır. Bu makbuzların ziri ayrıca milli müdafaa mükellefiyeti komisyonları tarafından tasdik olunarak alâkalıya verilir.)

Kanunun 10. Maddesi’ne göre ise işçiler ve örneğin mühendisler gibi diğer tüm personel geçerli bir mazeret ve bu mazerete bağlı alınmış izin olmaksızın işyerini terk edemeyecekler ve işten ayrılamayacaklardı ki bu da özgürlüğün kısıtlanmasıydı.

(Madde 10: Tesellüm heyetlerinin kurulma tarzı nizamname ile tesbit olunur.
Millî müdafaa mükellefiyeti komisyonları, istenilen şeyi mevcud olan ve olmayan mükellef ahali üzerine tarh ve terzi eder. Bu tevziin her kese ayırtsız ve fakat mev­udlarına göre bir nisbet dâhilinde yapılması lazımdır.

Mükelleflerin gaybubeti halinde komisyonlar bu gibilere aid hisselerin ne suretle istifası lâzım geleceğini kararlaştırarak halin icab ettirdiği bütün tedbirleri alır.)

1939 Tarihli Millî Müdafaa Mükellefiyeti Kanunu’nun ardından, İktisat Vekili Hüsnü Çakır’ın, hazırladığı “İktisadi Müdafaa Kanunu Tasarısı” bu yoldaki ilk adımdır. 26 Aralık 1939’da, Başbakan Refik Saydam, “Milli İktisadı Korunma Kanun Projesi”ni CHP Grup Başkanlığı’na sundu fakat bu proje yeterli görülmedi. Recep Peker’in başkanlığında kurulan yeni bir komisyon tarafından 70 maddelik yeni bir tasarı hazırlandı ve 18 Ocak 1940’ta kabul edilerek adı “Milli Korunma Kanunu” oldu. [2]

Millî Korunma Kanunu’nun 1. Maddesi kanunu şöyle tanımlamaktadır:

Fevkalade hallerde Devletin bünyesini İktisat ve Milli müdafaa bakımından takviye maksadıyla İcra Vekilleri Heyetince, bu kanunda gösterilen şekil ve şartlar dairesinde vazife ve salahiyetler verilmiştir.” [3] 

Bir önceki Millî Müdafaa Mükellefiyeti Kanunu gibi dönemin ekonomisi sebebiyle çıkartılmış olan ve Hükûmete fiyatları saptamada, ürünlere el koymada, hatta zorunlu çalışma yükümlülüğü getirmede sınırsız yetkiler vermiş olan bu yeni kanun; özel sektöre ve bireylerin kişilik haklarına dahi Devlet müdahalelerine meşruiyet kazandırmıştır. 

Millî Korunma Kanunu’nun 6.maddesinde yer alan “Halk ve Millî Müdafaa ihtiyaçlarını temine matuf bilumum ticari ve sınai muameleleri ifa etmek ve Hükümet tarafından bu kanundaki salahiyetler dairesinde verilecek diğer işleri görmek üzere İcra Vekilleri Heyeti kararıyla hükmi şahsiyeti haiz müesseseler ihdas olunabilir” hükmü ise fevkalâde olumludur. Çünkü “Et ve Balık Kurumu” ile “Petrol Ofisi” gibi kamu işletmelerinin kurulmasına kanunun bu maddesi neden olmuştur.

Milli Korunma Kanunu’nun ardından İnönü Hükûmeti “Ücretli İş Mükellefiyeti” adlı bir başka kanun daha çıkardı. Osmanlı döneminden sonra “2. İş Mükellefiyeti” olarak da tanımlanan bu uygulama ile Zonguldak ve civar maden havzalarında; insan yaşamı ve onuru hiçe sayılarak ve açıkça kölelik koşullarında insanlar zorla çalıştırılmaya başlandılar.

Yasayı “İş Mükellefiyeti Takip Müdürlüğü” uygulamaktaydı. Çalışacak işçileri tespit etmek bu müdürlüğün görev kapsamındaydı. Bölge halkı nüfus memurlukları vasıtasıyla askere çağırılır gibi madenlere çağrılıyor, mükellefiyet davetine uyulmadığı hallerde ise jandarma devreye giriyor ve “askeri zorlama” usulü ile şahısları maden ocaklarına teslim ediyordu. Pranga ve dayakla, zorla çalıştırılan bu kaçaklar için askeri bir tümen de kurulmuştur.

Mükellefiyet Kanunu sadece kömür ocaklarındaki işçilere iş mükellefiyeti ihdas etmemiş, Bakanlar Kurulu kararlarıyla daha birçok başka iş hususunda da mükellefiyetler yaratmıştır. Bu uygulama, salt Zonguldak Bölge­si’nin değil, tüm Türkiye emek tarihinin, belki de tüm Türkiye toplumsal tarihinin en önemli olgularından biridir.

İş mükellefiyetini “zorla” ya da “zorunlu” çalıştırma" olarak algılamalıyız. Bir bireyin, bir yandan hiçbir hukuksal ceza almadan öte yandan bu kişinin rızası da olmadan mecbur bırakıldığı, adeta kölelik sayılabilecek bir durumdur da denebilir!

Bu tür zorla çalıştırmalar Uluslararası Çalışma Örgütü'nün 1930 tarihli ve 29 numaralı “Cebri veya Mecburi Çalıştırmaya İlişkin Sözleşmesi” başta olmak üzere birçok uluslararası insan hakları belgesinde ele alınmıştır. [3]

İş Mükellefiyeti ile zorla çalıştırılan işçiler kendi rızaları dışında ve zamanlarda çalıştırılırken, son derecede düşük ücretler ile uzun çalışma sürelerine maruz bırakılmışlar, ciddi sağlık sorunlarıyla ve bunun sonuçlarıyla karşı karşıya kalmışlardır. Zonguldak'ta, genç yaşta veremden ölen şairler Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu'nun yaşamlarını öyküleyen (Aynı zamanda; Yılmaz Erdoğan'ın da filmi) "Kelebeğin Rüyası" mükellefiyet döneminde zorla kömür madenlerinde çalıştırılan insanları yansıtmaktadır.

Hasta, sakat demeden jandarma dipçiğiyle iş yerlerine sürüldüğü belirtilen bu işçilerin kaçmaları durumunda, bunları yakalamak için Tahkimat Komutanlığı'nın emrinde özel jandarma ekipleri de oluşturulmuştu. Mükellefiyet döneminde kömür madeninden kurtulabilmek için bazı kişilerin elini ayağını kestiği rivayet edilmektedir.

Mustafa Kemal Atatürk'ün 10 Kasım 1938'de vefatı ardından naaşını İstanbul'dan İzmit'e taşıyan Yavuz Zırhlısı'nda askerlik yapan ve Ata’nın naaşı başında nöbet tutan 12 askerden biri olan 99 yaşındaki Şaban Kalmaz, askerliğinin ardından Ereğli'de mükellefiyet döneminde zorla kömür madenlerinde çalıştırılanlardan sadece biridir…

Şaban Kalmaz; Şubat 2013’de Anadolu Ajansı muhabirine verdiği bir röportajda; mükellefiyet yıllarında sokakta başıboş gezmenin imkânı olmadığını, boşta gezdiği tespit edilen herkesin jandarma tarafından hemen yakalanarak zorla kömür madenlerinde çalıştırıldığını söylemiştir. Ata’nın naaşı başında nöbet tutan 12 askerden biri olmasının, zorla madende çalıştırılmasında hiçbir pozitif etkisinin olmadığını ve jandarma marifetiyle madenlerde nasıl çalıştırıldığını anlatan Şaban Kalmaz A.A. röportajında şunları da söylemiştir:

“İki üç ay ocakta durmadan çalıştığımız oluyordu. Kolu, bacağı yok demeden, işe yarasın yaramasın, herkesi zorla ocağa soktular. Askerlikten geldikten sonra direkt ocağa aldılar beni. Madenler o zaman çok kalabalıktı, insanlar karınca gibiydi. Jandarma, mükellef kaçaklarını yakaladığında dövüyordu. Annen baban ölsün köyüne gelmenin imkânı yok, yollamıyorlardı. İzin alman mümkün değil. Jandarmaya emir vermişler, sopa dersen çok bol, kımıldatmıyorlar seni. Böyle günler geçirdik, şimdi hükümet pamuk gibi o zamanların hükümeti böyle miydi? Süvariler at üzerinde köylerde dolaşıyorlardı. (…) Savaş yıllarıydı. Asker topluyordu milleti. Kaçmanın imkânı yoktu. İl dışından bile insanlar geliyordu. Mükelleflik kalkınca insanlar rahat etti, yaşlı olanları emekli ettiler.”

Bu süreçte; başka illerden devlete borcunu ödeyemeyen, vergisini veremeyenler de mükellefiyete tabi tutuldular. Madenlerde şartlar çok ağır, ücretler düşüktü ve çok kötü muamele vardı. Çalışmak istemeyenleri yakalamak için Jandarmalar evlere baskınlar düzenleyerek sanki esir kovalar gibi kaçak işçilerin peşine düşmekteydi. Yakalananlar ayaklarına prangalar takılmak suretiyle tekrar madenlere gönderiliyorlardı.

1948’e  gelindiğinde, Ereğli havzasında 25-30 bin çalışan işçiden sadece 5 bini rızayla işçilik yapmaktaydı. Geri kalanlar ise Mükellefiyetle zorla çalıştırılan işçilerdi. Çoğu Karadenizli olan ve nöbetleşe madene çağrılan Mükellef işçi sayısı (havuzu) 60 bin kadardı. Bir olumlu hareket ise çalışma sürelerinin askerlikten sayılmasıydı.

O dönemde havzada çalışan Turgut Edingü, “Kömür Havzasında İlk Grev” (1976) adlı kitabında, köylülerin gruplar halinde nasıl jandarma eziyetiyle evlerinden alındığını ve 1.5 ay süreyle nöbetleşe, zor şartlarda madenlerde çalıştırıldıklarını, havzanın silahlı, özel üniformalı bir Kömür Alayı bulunduğunu ve yılda ortalama 100 işçinin madende hayatını kaybettiğini yazmaktadır.

1946’da Türkiye’de çok partili seçim yapılıp, 1950’de DP iktidara gelince oluşan özgürlük havası ile birlikte aynı yıl 2. Mükellefiyetlik kaldırıldı. Ardından yıllarca ezilen, köle muamelesi gören bu insanların hak arama arayışları, direnişler, yürüyüşler yapılmaya başlayınca Ankara tedirgin oldu ve mükellefiyeti kaldıran DP bu kez olağanüstü baskılar yapmaya başladı. 1970’in ortalarına kadar maden sahalarında fotoğraf çekmek dahi yasaktı. Madenlerle ilgili yazılar ise devlet sırrını açığa vurmak suçundan soruşturmaya uğruyordu.

Ne enteresandır ki Mükellefiyet yıllarında maden ocaklarına girmek istemeyen yöre insanı, günümüzde ekonomik koşulların kötülüğünden ve iş imkânlarının azlığından ötürü bu madenlerde çok kötü koşullarda, canını hiçe sayarak çalışabilmek için her şeyi göze alıyor. 1940’lı yıllarda zorla çalıştırılan madenciler, bugün madenlerde iş bulabilmek için sırada bekliyor.

1940’lı yıllarda devlet eliyle KÖLE olanlar, bu gün EKONOMİK açıdan köledirler.

13 Mayıs 2014’deki facianın ardından kurtulan bir madencinin söylediği şu sözler aslında bir çığlıktır/feryattır.

Borcum var, kredi çektim. Yine madene inmeye mecburum…”



--------------------------------
[1] Düstur; Tertip:3 Cilt: 20 Sayfa: 512

[2] Kabul tarihi: 18.1.1940 - Resmi Gazete: 26.1.1940, Sayı: 4417. Çeşitli tarihlerde değişikliklere uğrayan bu yasa; Demokrat Parti’nin iktidar döneminde de uygulandı. Bakanlar Kurulu’nun 16.9.1960 tarihli ve 5/322 sayılı kararnamesiyle ise yürürlükten kaldırıldı. Resmi Gazete: 16.9.1960, Sayı: 10605

[3] Düstur; Milli Korunma Kanunu, 26.1.1940, Tertip: 3, Cilt: 21, Sayfa: 274

[4] Uluslararası Çalışma Örgütü'nün bu söz­leşmesi Türkiye tarafından 1998 yılında onaylandı. Uluslararası Çalışma Örgütü'nün 1957 tarih­li ve 105 sayılı “Cebri Çalıştırmanın İlgası Hakkındaki Sözleşme”sini ise 1960'ta onaylanmıştır. ILO Kabul Tarihi: 6 Haziran 1930 - Kanun Tarih ve Sayısı: 23 Ocak 1998 / 4333 - Resmi Gazete Yayım Tarihi ve Sayısı: 27 Ocak 1998 / 23243 - Bakanlar Kurulu Kararı Tarih ve Sayısı: 25 Mayıs 1998 / 98 – 11225 - Resmi Gazete Yayım Tarih ve Sayısı: 23 Haziran 1998 / 23381