30 Aralık 2013 Pazartesi

YILBAŞI KUTLAMALARI HIRİSTİYAN GELENEĞİ Mİ?



Yazımızın başında çok net bir ifade ile “Yılbaşı kutlamaları bir Hıristiyan geleneği değildir.” diyerek başlamak istiyoruz.

Hıristiyanlık dinî takvimine göre, en önemli iki dinî bayram; “Christmas” (Noel) ve “Paskalya”dır. (Yumurta Bayramı) 

Bunlardan Christmas, 25 Aralık’ta kutlanır ve Hazreti İsa’nın doğum günüdür. “Milât Bayramı” ya da “Kutsal Doğuş” olarak da adlandırılır. Christmas’ın arifesi 24 Aralık’ta başlar ve genelde gece yapılan bir ayin ile bayramın gelişi müjdelenir, ertesi gün ise bayrama esas olan dinî ayin icra edilir.

Bu bayram, Tüm Hıristiyan ülkelerde yılbaşı ile birlikte, uzunca bir tatil dönemini de kapsar ve Yılbaşı tatili ile birleşir. Bizde bazen 9 güne kadar çıkan Kurban Bayramlarını dikkate alırsak, Yılbaşı sadece Christmas’ın devamı ve Dünya’da sene sonuna denk gelen bir tatilden ibarettir. Vurgulamak açısından Hıristiyanlar için önemli olan Christmas’a denk gelen 25 Aralık’tır.

Yılbaşının ve Christmas’ın, ayrı ayrı olarak ne anlam ifade ettiğini analiz etmeden evvel ülkemizde yılbaşı kutlamalarına genelde mütedeyyin bireylerin verdiği tepkiyi, yılbaşlarında birçok insanda alışkanlık haline gelen aşırı alkol tüketimine duyulan tepki ile –belki- açıklamak –belki- mümkün olabilir.

Ülkemizdeki Hıristiyanlar arasında, genelde 25 Aralığı kutlamak için genelde “Mutlu Noeller” denir. Dünya genelindeki ise -İngilizcede olduğu gibi- “Merry Christmas” anlamına denk gelen, kendi dillerindeki kelimeler kullanılır. Bunun karşılığı bizde Mutlu Noeller olarak bilinse de Hıristiyan kaynaklarında Christmas kelimesi ile “İsa Mesih” yani İsa Peygamber tanımlanmaktadır. (Christus, Χριστός, Christ, Cristo) Etimolojik açıdan ise Christmas; Yunanca “Khristos” ve eski Latincede’ki “Messa (Efharistiya)  kelimelerinden türetilmiştir.

Hazreti İsa’nın doğum tarihi, asırlardır Hıristiyanlar arasında tartışmalıdır. Hıristiyanların büyük bölümü, İsa’nın doğuşunu 25 Aralık’ta kutlarken, Gregoryen Ermeniler örneğinde olduğu gibi “Eski Takvim”ciler bunu 6 Ocak’ta kutlarlar.

2007’de ortaya çıkan “Zeitgeist Hareketi” gibi bazı oluşumlar, 25 Aralığın geçmiş asırlarda onlarca başka tanrının, örneğin Mısır Güneş Tanrısı Horus’un da doğum günü olduğu gerçeğinden yola çıkarak bu olayı astrolojik açıdan irdeleyerek konuyu Hıristiyan dinî çevrelerin kabul etmesi imkânsız çok farklı noktalara götürmektedirler. Ancak Milat’tan önceki dönemlerde çok sayıda tanrının doğum tarihi gerçekten 25 Aralık’tır. Bu suretle, Milat’tan çok eski dönemlerde de farklı tanrılar için yılbaşı kutlamaları yapıldığını anlamaktayız.

Bazı tarihçiler bu kutlamaları eski Türklere dayandırmakta ve yılbaşı kutlamalarının Türklerin tek tanrılı döneminden alınmış olduğunu, "Yeniden Doğuş Bayramışeklinde kutlandığını ortaya koymaktadırlar.

Türk Mitolojisindeki inanışa göre; Arzın merkezi sayılan yeryüzünün tam ortasında bir "Akçam Ağacı(Hayat Ağacı) vardır ve bu ağacın dalları, göğün 17. Katında oturan Baş Tanrı “Kayra Han”dan (Oğuzlarda=Krayir, Altayca=Kayrakan) sonra gelen İyiliklerin Tanrısı “Ülgen Han”ın (Ülgön, Moğolcada=Ulgan) sarayına kadar uzanmaktadır. İnanışa göre Ülgen Han Türklerde çok önem arz eden Güneş’i ve dolayısı ile gündüz ve geceyi yönetiyor. Güneşin her gün yeniden doğuşu ise Eski Türklerde “Yeniden Doğum olarak algılanıyor. Eski Türklerde Nar Güneş’tir,Dugan da doğandır. Bu suretle doğan güneşi simgelemektedir ki Güneş de eski inanışlarda en büyük simge ve tapılandır.

22 Aralık’tan sonra gelen ilk dolunayda kutlanan “Nardugan Bayramı”  ile halen devam eden bazı gelenekler de eşleşiyor. Günümüzde de uygulanan bir geleneğe göre Hıristiyanların büyük bir kısmı senenin başladığı anda evinin kapısında nar kırar ve bozuk para atar. Yılın ilk iş gününde işyerini açtığında da bu geleneği tekrarlar.

Nar” zaten İnsanlık Tarihi süresince bereket ve düzeni temsil eden ve incelendiğinde yapısı ve katmanları açısından belki de en enteresan meyvedir. İçindeki tanelerin çokluğu ile bereket, sıra sıra dizilmiş taneler ile de düzen simgelenir. Bu nedenle hem dinî açıdan hem de masonluk gibi ezoterik topluluklarda bereket ve düzen temsili açısından simgeliği kabul edilmiş müstesna bir meyvedir.

(YN: Makedon kökenli Ortodoks bir aileye mensup olmam sebebiyle, dedemden kalan bir alışkanlıkla her sene hem evimde hem de işyerimde nar kırma ve bozuk para saçma geleneğini sürdürüyorum. Bu alışkanlığımın ise dinî bir refleks olarak değil de dedemden bana kalan bir geleneği sürdürmek ve “Bereket ve Bolluk” dileği ile yapmaktayım.)

Yılbaşı; Dünya genelindeki farklı din ve inanışlardaki insanlar arasında, umutla beklenen günlerin sevincini yaşamak adına farklı şekillerde kutlanmaktadır. Bu kutlamanın bir yerine dinî bir inan yerleştirmek herkesin kendi inanında serbest olabileceği düşüncesinden yola çıkarak kişiye özgüdür. Yılbaşının bir Hıristiyan geleneği olmadığını vurgulamak adına yazılmış bu makalemizde de zaten sıkça Hıristiyanlarda önem arz eden tarihin 25 Aralık olduğunu vurguladık.

Eski Türklerde, yeni senenin karşılanması önemli bir olguydu. Hatta bahçelerdeki ağaçlara yiyecek asmak ve bu suretle olmayanlarla paylaşmak geleneği de vardı. Uzakdoğu’da ise geçmişte ve halen her yeni senenin karşılanması için yapılan kutlamaların ne kadar abartılı olduğunu görmekteyiz.

Yılbaşı kutlamaları Hıristiyanlara Türklerden geçmiştir tezinden hadiseye baktığımızda Hunların Avrupa’ya gelişlerinden bu geleneği görerek almış oldukları ve bu geleneğin İsa’nın doğumu ile ilgili değil de “Güneşin Yeniden Doğuşu” ile ilgili olduğu tezini görmekteyiz.

Çam ağacı süslemek ise evvelâ Eski Türklerde olduğu gibi insanlar bahçelerindeki ağaçları süslemişler ve ağaçlara elma nar gibi meyveler asmışlardır. Evin içinde çam ağacı süslemekle ilgili olarak ise bazı kaynaklarda bu geleneğin ilk olarak 1605’te Almanya’da görüldüğü ve oradan Fransa’ya ve diğer batı ülkelerine geçtiği ifade ediliyor.

Zaman içinde 25 Aralık Christmas ile yılbaşı tatilleri birleşti, zamanla buna bir de Christmas’ın ana konusu olan ve İsa’nın doğumu ile hiç alakası olmayan Noel Baba (Santa Claus) efsanesi de eklenince ortaya uzunca bir tatil çıkmış oldu…

Ehli kitap olan ya da olmayan tüm topluluklarda yeni sene sevinçle ve umutla karşılanır. Uzakdoğu gibi Hıristiyan olmayan çok büyük coğrafyaların da bu geleneği uyguladıkları dahi göz önüne alırsak Yılbaşının bir Hıristiyan geleneği olmadığını görebiliriz.

2014’ün ülkemize ve tüm Dünya’ya barış, bereket, mutluluk ve huzur getirmesi dileğiyle…

28 Aralık 2013 Cumartesi

BALAT’TAKİ DEMİR KİLİSE’NİN YAPIM SERÜVENİ

Bu makalemizi, Demir Kilise’nin anıldığı aziz adı olan  “Sveti Stefan”ın, bir dini ayin ile de kutlanan anma tarihi, 27 Aralık münasebetiyle yazdık. Bu yapı, Türkiye’deki ilk prefabrik yapı olma özelliğini de taşımaktadır.

865 yılında Bulgar Çarı (Knyaz) 1.Boris Bulgarları vaftiz etti ve beş yıl sonra da Bulgarların dinsel egemenliğini ilân etti. Bu suretle, 4 Mart 870 tarihinde Bulgar Kilisesi tarihteki yerini aldı. Bu; Bulgarların, Bizanslılarla büyük bir mücadele içinde oldukları bir zaman dilimidir.

Boris’in oğlu Çar Simeon, Aheloy Nehri kıyısında, Bizans’a karşı kazandığı büyük zaferden sonra (Ağustos 917) kendisini “Bulgarların ve Bizanslıların Kralı” ilân etti ve Bulgar Kilisesi’nin statüsünü “Patriklik” seviyesine yükseltti. Bu süreç; 1018 yılında, Bulgaristan’ın tekrar Bizans egemenliği altına girdiğinde “Bulgar Patrikliği”nin lağvedilmesi ile sonlandı.

1235 yılında Çar 2.İvan Asen’in tahta geçmesi ile merkezi “Tırnovo” olmak üzere, Bulgar Patrikliği yeniden canlandırıldı. 14. Asırda Bulgar Devleti’nin bağımsızlığı sona ererek Osmanlı İmparatorluğu’na katılınca (1416-1438) Tırnovo Patrikliği’nin yine sonu geldi ve Bulgarlar dinsel açıdan bu kez İstanbul’daki Rum Patrikhanesi’ne bağlandılar.

19.Yüzyılın birinci yarısında İstanbul’da yaşayan Bulgarların en önemli iş merkezleri; Balkapan Han, Kurşun Han, Zümbük Han gibi hanlar olmuştur. Bulgarların çok sayıda loncaları bulunuyordu ve “çorbacı” tabir edilen zengin tüccarların sayısı da hayli fazlaydı. İşte bu zaman diliminde İstanbul’da bağımsız bir Bulgar Kilisesi kurmak fikri cemaat arasında yeniden doğdu. Bu fikrin babası, Arhimandrit [1] "Neofit Bozveli" şöyle demektedir:

Burada bir merkez ve bir kilise inşa edilmelidir, faaliyet gösterecek olanlar burada padişahın gözü önünde olmalıdırlar; Fener ruhaniliği burada patrikhanenin yuvasında yenilgiye uğratılmalıdır.”     

Neofit Bozveli’nin ölümünden sonra 1849 yılında, "Stefan Bogoridi"nin Haliç’teki eski evinin arsasını Bulgar Cemaati’ne hibe etmesi üzerine, İstanbul’da bir kilise inşasının hayali alevlendi.

Bir yandan sarayda söz sahibi ve padişah ile yakın dost da olan, fakat öte yandan tamamen Rumlaşmış (Grekofil) ve Osmanlı Tarihi sürecinde; "Stefanaki Paşa" ya da "Aleko Paşa" diye bilinen bir Bulgar olan Stefan Bogoridi, Rumların soydaşlarına yaptığı baskılardan rahatsız olmaktadır. Bogoridi bu vicdan azabıyla Bulgarların lehine bir takım girişimlerde bulunmaya başladı ve nitekim 18 Eylül 1848’de Padişaha bir mektup yazarak İstanbul’da yaşayan Bulgar Cemaati’ne mahsus bir papaz evi kurulması için müsaade istedi. Stefan Bogoridi’nin mektubuna,  23 Eylül 1849  (6 Zilkade 1265) tarihli Padişah iradesi ile izin verildi. [2]

Stefan Bogoridi, şu anda üzerinde “Demir Kilise”nin (Sveti Stefan)  bulunduğu, kendi mülkü ve üzerinde eski evi bulunan arsayı papaz evi yapımı için bağışlayınca,  9 Ekim 1849’da papaz evi ya da küçük kilise denilen eski ahşap ibadethane, 23 Ekim 1849’da yapılan törenle Arhidyakon Stefan (Aziz Stefan) adı ile takdis edildi. [3]

Hemen sonrasında ise karşısında, rahiplerin kalacakları “Metoh Binası”nın inşasına başlandı. 14 Mart 1850 tarihli toplantıda İstanbul Bulgarları Kilise ve Metoh’u [4] “Milli Mülk” olarak ilan etiler. Bunun ardından da “Bulgar Kilise Cemaati” resmen kuruldu.

Kırım Savaşı’ndan sonra 1856 yılında verilen “Hattı Hümayun Fermanı” Bulgarlara kanuni mücadele olanağı da verdi ve bundan sonraki 14 yılda yaşananlar kilise bağımsızlığının kazanılmasında etken oldu. Bunlardan 1860’da, 3 Nisan Paskalya Bayramı’nda yaşanan bir olay çok önemlidir. O gün tarihi ahşap Sveti Stefan Kilisesi’nde Episkopos "İlarion Makariopolski", Rum Patrikhanesi’ne olan bağımlılığı ret ederek, Bulgar Kilisesi’nin bağımsızlığını ilan etmiştir. 3 Nisan 1860’da yapılan bu Paskalya Ayini’nde, Rum Patriği’nin adının anılması gereken bölüme gelindiğinde halk bir ağızdan şöyle bağırmaya başladı: [5]

Patriği anma Sultanı an ... Patriği anma Sultanı an ...

Bunun üzerine İlarion  evvela Sultanı ve  daha sonra Rum patriğini anmadan bütün eski  Bulgar Ortodoks piskoposlarının adını andı ve bu hareket ile  Rum Patrikhanesi’ni artık tanımadığını ilân etti. Bu ayinden hemen sonra karşıda bulunan Metoh Binası’nın balkonunda gençler Sultan onuruna yazılan ve bestelenen bir şarkıyı okudular. İstanbul’da bulunan Bulgarlara ait 33 esnaf loncası da binlerce imzalı bir mazbatayı saraya yollayarak durumdan Osmanlı Hükümeti’ni haberdar etti ve  Padişah’a bağlılıklarını sundu.

Diğer şehirlerdeki piskoposlar ve aynı amacı destekleyen cemaat ileri gelenleri, İstanbul’da bir “Karma Ulusal Konsey” oluşturdular. Bu arada bazı siyasi parti oluşumları da faaliyetlerini arttırdılar. Bunlardan en önemlisi, başında "İlarion Makariopolski" ile "Dr. Stoyan Çomakof"un olduğu “Ulusal Hareket Partisi”dir. Halk, cemaat toplulukları, entelektüeller ve demokrasi yanlıları da onları desteklemişlerdir.

Diğer guruplar şunlardır:

Nayden Gerov, Todor Burmov gibi mülayimler,

Gavril Krısteviç, Tıpçileşov Kardeşler, İvanço Hacıpençoviç v.s gibi Osmanlı taraftarları,

Dragan Tsankov, Dr. Georgi Mirkoviç v.s gibi Batı yanlıları.

Hepsinin ortak arzuları kilise probleminin Bulgar Ulusu yararına neticeye vardırılması olsa da. 19. Yüzyıla gelindiğinde Bulgarların açısından iki farklı hareket yan yana ilerlemeye başladı. Bunlardan biri Fransız İhtilali’nin ardından yayılan milliyetçilik akımlarının, Balkanlarda da zuhur etmesi ve Bulgarlar arasında Osmanlı yönetiminden ayrılarak bağımsız bir Bulgaristan kurma düşüncesiydi. Diğer bir akım ise Osmanlı’dan ayrılmayı düşünmeden, hatta Osmanlı’nın ve de Sultan’ın desteği ile Rum Milleti içinde telakki edilmekten kurtulmaktı.[6] Bu bir anlamda dinsel, diğer anlamda ise Patrikliğin cismani yetkilerinden kurtulmaktı. Rum despotların topladığı vergiler, Bulgar Dili’ne olan baskı ve bu baskı neticesinde kiliselerde Yunanca ibadet etmeye zorlanma ile Bulgarların okullarda da Yunanca eğitime zorlanmaları başlıca sıkıntılardı. Bulgarlar özetle; Rum Patrikhanesi’nden bağımsız bir kilise çatısı altında idare edilmek isteğindeydiler. Bulgarların patrikhanenin idaresinden kesinlikle ayrılma eğilimine girmeleri ve büyük bir kilise inşa etmek üzere padişaha bir dilekçe vermek üzere hazırlık yapmaları, Rum Patriği Kirilos’u da harekete geçirdi ve Bulgarların dostluğunu kazanmayı amaçlayan bir yaklaşımla bu istidayı bizzat kendisi saraya götürdü. [7]

27 Şubat 1870 Cuma günü, "Sultan Abdülaziz", Patrikhaneden bağımsız bir kilise kurulmasını sağlayan “Ferman”ı imzaladı. Ertesi gün, 28 Şubat Cumartesi, Todor Günü, "Veziriazam Ali Paşa", Bulgar heyetini temsil eden "Gavril Krısteviç" ve "İvanço Hacıpençoviç"e ve Rumlardan oluşan bir heyeti makamına çağırarak Padişah fermanının birer kopyasını iletti.

Ertesi gün, 1 Mart 1870, "Ortodoksluk Bayramı"nda, Haliçteki eski ahşap kilise ve bahçesini mutlu bir cemaat doldurmuştu. Ayinden ve şükran duasından sonra İlarion Makariopolski halka şöyle hitap etti:

3 Nisan 1860’da ulusal ve dinsel bağımsızlık hareketimizi doğduğu kutsal bir gündür. Bu gün ise 1 Mart 1870 çok daha önemli ve kutsal bir gündür. Halkın arzusunun gerçekleştiği gün, Sultan Fermanı ile her şeyin neticeye bağlandığı, noktanın konduğu gündür. Hasat yapmak, tohum ekmekten daha tatlıdır. Ümit ile tohum eken, hasadını da yapar. Evlatlarım, biz 3 Nisan 1860 günü tohumumuzu ektik, bu gün 1 Mart 1870 meyvemizi alıyoruz. İşte bu ferman evlatlarım, yüksek idare tarafından dün Bulgar Halkına verildi.

İlarion Makariopolski aynı anda; deri bir kılıftan fermanı çıkartarak cemaate gösterdi. İstanbul Bulgarları sevinç gösterileri yaptılar. Herkes “Yaşasın Sultanımız, yaşasın onun vekilleri, yaşasın İlarion Makariopolski” diye bağırıyorlardı.

Hemen her tarafa kutlama telgrafları gönderildi. “Milli kilisemiz kutlu olsun. Kilise meselemiz bizim lehimize halledildi.” Sultan’a ve Babıali’ye kilise olarak ve tüm loncalar birer teşekkür telgrafları gönderdiler.

Eylül 1858’de verilen bir fermanla kilise inşaatı için izin alındı. Bir yıl sonra, 25 Ekim 1859’da yapılan bir törenle, bu günkü Demir Kilise’nin bulunduğu yere temel atıldı. Törene Fener Rum, Kudüs, İskenderiye ve Antakya patrikleri de katılmışlardır. Bir süre sonra zeminin sağlam olmadığı ve kaydığı ortaya çıkacak ve inşaat işi duracaktır. Zemine buharlı bir şahmerdan kullanılarak, birkaç yüz adet çam ve meşe kazık çakılarak sağlamlaştırılma yoluna gidilmiş fakat bundan kesin bir sonuç alınamamıştır. Bu arada kilise yapımı için toplanan para da bitti ve temelleri zemine kadar atılmış bir şekilde kilise inşaatı yarım kaldı.

Yıllar geçtikçe Rum ve Bulgarlar arasındaki anlaşmazlıklar daha da arttı. 1869 yılına gelindiğinde; bu çok uzayan mücadeleden ve kilise kavgalarından artık rahatsızlık duyan Bab-ı Ali ve Ali Paşa meseleyi ele aldılar ve önemli bir adım atarak 1869 yılında Rum ve Bulgarlardan itibarlı kişileri bir araya getiren bir komisyon kuruldu. Ortaya çıkan mazbatanın maddelerine patrikhanenin itiraz etmesine rağmen bu mazbata Ali Paşa tarafından 5 Mart 1870’de Babıâli’ye sunuldu. Meseleyi bir ferman ile çözmeye karar veren "Sultan Abdülaziz" de 6 Mart 1970’de Bulgarlara müstakil bir kilise kurulmasını, ruhani ve idari açıdan Patrikhaneden ayrılmalarını kabul etti. [8]

Nihayet 11 Mart 1870’de (8 Zilhicce 1286) 11 maddeden oluşan “Bulgar Eksarhlığı Fermanı” kabul edildi. [9]

27 Şubat 1870 tarihli ferman ile 15.Asrın başlarında kaybedilmiş olan Bulgar Kilisesi’nin bağımsızlığı tekrar tescil edilmiş oldu. Bazı çevreler; fermanın temelde Bulgar Kilisesi’ne “Otonomi” tanıdığı, Babı-Ali’nin ruhani bir problemi çözmeyi denediği, Bulgarların Ortodoksluktan koptukları ve İstanbul Patrikhanesi’nin önderliğini kabul etmedikleri anlamında algılandı. Ancak ferman hukuki bir vesika olarak analiz edildiğinde 1856-1870 dönemi içinde yaşananlar da göz önünde bulundurulduğunda, bunun doğru olmadığı anlaşılmaktadır.

Böylece Babıali, İmparatorluğun genel refahı ve ikbali için, aynı din mensubu Bulgarlar ve Rumlara hakkaniyetli davranıyordu. Fermanda, Türk tarafından, herhangi bir "antikanonik" durum yoktur. (Kanon=Kilise yasaları.) 1867’de Rum Patriği 6. Grigorios tarafından hazırlanan bir proje ile yine kendisi tarafından revize edilmiş olan Bulgar-Rum Komisyonu’nun 1869 tarihli projesi de fermanda temel olarak alınmıştır.

Fermanın, 4. 6. ve 7. maddelerine göre Bulgar Egzarhlığı’nın İstanbul (Fener Rum) Kilisesi ile doğrudan münasebeti olmaktadır. Fermanın diğer maddeleri de kilise kanonları ve faaliyetleri ile ahenk içindedir. Sadece 10. Madde Rum Patrikhanesi için -kendilerince- bir engeldir. Bu madde; Bulgar Egzarhlığı’nın dinsel faaliyet sahasını belirlemekte ve aşağıdaki şu episkoposlukları kapsadığını belirtmektedir:

Ruse, Silistra, Şumen, Tırnovo, Sofya, Vratsa, Loveç, Vidin, Niş, Pirot, Köstendil, Samokov, Veles, Varna (kısmen), Sliven Sancağı, Sozopol Kazası, Filibe (kısmen)

8 Mart 1870 günü Ortaköy’deki Egzarhlık Binası’nda[10] getirdiği bir muvakkat karma kurul oluşturuldu:

Siviller: Gavril Krısteviç, Hacı İvanço Pençoviç, Georgi Çaloğlu, Hacı Nikola Minçoğlu, Dr. Stoyan Çomakov, Dr. Hristo Stambolski, Hristo Tıpçileşkov, Dimitır Geşoğlu, St. Kamburov, Velyu Mişoev

Din adamları: İlarion Lovçanski, Paisiy Plovdivski, Pamaret Plovdivski, Antim Vidinski, İlarion Makariopolski

Bu kurul 30 Mart 1870 günü Sultan “İradesi” ile onaylandı. Kurulun birincil görevi; Bulgar Egzarhanesi’nin idaresi için bir tüzük projesi hazırlamaktı. Böylece "Gavril Krısteviç" tarafından amaçla kaleme alınmış olan bir tüzük taslağı, temel olarak alındı. 27 Eylül 1870’de bu muvakkat kurul, tüzüğün hazırlığını bitirdi ve bir broşür halinde bastı. Aynı zamanda Bab-ı Ali de bu tüzük taslağını görüşmek, kabul etmek ve Egzarhı seçmek üzere İstanbul’da bir ulusal dini kurultayın toplanmasına izin verdi.

1871 Ocak ayından itibaren seçilen delegeler İstanbul’a gelmeye başladılar. Hazırlık mahiyetindeki birkaç toplantıdan sonra 23 Şubat 1871 günü, “Ulusal Kongre” törenle açıldı. Bu kongreye 11’i din adamı, 39’u sivil olmak üzere toplam 50 kişi katıldı. Kongrenin başkanlığına en yaşlı episkopos olan "İlarion Lovçanski", sekreterliğe de "Marko Balabanov" seçildiler. Toplam 37 içtimadan sonra 14 Mayıs’taki oturumda “Bulgar Egzarhlığı”nın tüzüğü kabul edilip imzalandı. Kongre, Egzarhı seçmek için ise 2 ay netice alamadan bekledikten sonra, 24 Temmuz 1871 tarihinde sona erdi.

Egzarhlığın tesisinde; Osmanlı Devleti de yardımcı/yol gösterici olmuştur. 11 Şubat 1872’de toplanarak Egzarhı seçmelerini istemiş, hatta dayatmıştır. Ertesi gün seçim yapılmış ve 2 ay sonuç alamadan çalışan kurul bu kez biraz da kerhen, en yaşlı metropolit olan İlarion Lovçanski’yi ilk Egzarh olarak seçti. Ancak Bab-ı Ali’nin ve bazı politik çevrelerin baskısı sonucu Lovçanski derhal istifasını verdi ve 16 Şubat’ta yapılan ikinci seçimde "Vidin Metropoliti Antim" Egzarh olarak seçildi. 23 Şubat’ta Bab-ı Ali bu seçimi onaylamış ve 17 Mart 1872’de görevini üstlenmek üzere Egzarh Antim İstanbul’a gelmiştir. 1876 Nisan’ındaki başarısız Bulgar ayaklanmasından sonra Egzarh Antim fazlaca öne çıktı ve bu Osmanlı Hükümeti’nin hoşuna gitmedi ve uzaklaştırılması istendi. 12 Nisan 1877 tarihinde Egzarhlık makamından indirilerek Ankara’ya sürgüne gönderildi.

24 Nisan 1877’de Ortaköy’deki Egzarhlık merkezinde toplanan 3 metropolit ve 16 sivilden oluşan seçici kurul, "Loveç Metropoliti Yosif"i (1840-1915) yeni Egzarh olarak seçti ve Padişah bu seçimden memnun olarak kendisine “Birinci Rütbe Mecidi Nişanı” verdi.[11]

Egzarh Yosif; çok güç bir dönemde Bulgar Kilisesi’nin başına geçmiştir. Çünkü Türk-Rus Savaşı başlamış ve Bab-ı Ali’nin Egzarhlıktan memnuniyetsizliği ise gün be gün artmıştı. Sen Sinod’un birliği de bu arada sarsılmış, karma Egzarhlık kurulu da dağıtılmıştı. Bulgarlar da kendi aralarında ikiye ayrılmışlar Osmanlı taraftarları ile bağımsızlık peşinde olanların kavgaları ayyuka çıkmıştı.

Görkemli bir kilise inşa etme fikri ise bu geçen süre içinde düşünce bazında kalacak ve ancak 1877’de Bulgar Prensliği’nin kurulmasından sonra tekrar ivme kazanacaktır. Bulgar Prensliği’nin kuruluşundan sonra,  1878’de yarım kalan kilisenin bitirilmesi için ciddi girişimlere tekrar başlandı ve Aralık 1887’de sonuçlandı. Prenslik de kilise yapımına devam edilmesi için gereken maddi kaynağı sağladı.

Rusya ise yapılacak bu kilise için gün hâlâ kullanılan altı adet çan hediye etti. [12]

Egzarh Yosif, Rusların farklı isteklerine tereddüt göstererek şu net neticeye vardı: Egzarhlığın İstanbul’da kalması gerekir. Çünkü ancak oradan Makedonya ve Trakya halkı ile direkt temasta olabilir. Onu iktidarın ve diğer yabancı ülkelerin her türlü propagandalarından bu suretle koruyabilirdi.  Küçük ve dış görünüşü hayli çirkin olan eski ve ahşap Sveti Stefan Kilisesi’nin yerine inşa edilen Demir Kilise’nin tamamlanmasında Yosif’in rolü büyüktür. Yosif, 20 Mayıs 1889’da (20 Ramazan 1306) saraya tekrar müracaat ederek kilisenin yapımına devam edilmesi için gereken izni aldı. [13]

Projeler ünlü Ermeni mimar "Josef Aznavur" (Hovsep) tarafından yapılmıştır. Uzun arayışlardan sonra varılan sonuca göre kilise Avusturya’da Vagner Firması’na yaptırılmış tamamen sökülebilir özelliği olan bu kilise evvela firmanın bahçesine kurulmuş ve bilâhare sökülerek İstanbul’a nakledilmiş ve bir kez daha burada monte edilmiştir. Haliç’te demirden inşa edilen Aziz Stefan (Sveti Stefan) Kilisesi birçok mimari özelliğinin yanı sıra Osmanlı toprakları üzerindeki ilk prefabrik yapı olma özelliğini de taşır.

Başbakanlık Arşiv Belgeleri’ne göre; Sveti Stefan Kilisesinin açılış günü 20 Eylül 1898’dir. [14] Fakat bazı Bulgar kaynaklarında ise bu tarih 8 Eylül 1898 olarak belirtilmektedir. Demir Kilise’nin açılış töreni ile ilgili olarak birçok Başbakanlık Arşiv Belgesi bulunmaktadır. Alınan istihbarat bilgilerine istinaden, açılış esnasında bazı Rumların taşkınlık yapabilecekleri ve bunun şehrin asayişini bozacağı ve bunun için önlem alınması defalarca saraya iletilmiştir. Bu nedenle Balkanlardan gelecek Bulgarların engellenmesi ve hatta gelecek kişi sayısının sınırlı tutulması için resmi görevlilerce saraya tavsiyelerde bulunulmuştur. 

Bu belgelerden birisi ise taşıdığı imzalar nedeniyle ayrı bir önem taşır. 7 Eylül 1898 tarihli bu belgenin altında Şurayı Devlet Reisi, tüm nazırlar ve Şeyhülislam ile müsteşarların imzaları bulunmaktadır. Belgeden bazı alıntılar şöyledir:[15]

Rumlarla Bulgarların mezhepçe olan ihtilafları malumdur. İnzibatı ihlal edebilecek bazı münasebetsizlikler vukuuna ihtimal vardır (...) Bulgarların nakline muvafakat olunmamasının şimendüfer kumpanyalarına tebliğine...

Demir Kilise’nin devreye girmesinden sonra Egzarh Yosif’in ısrarı üzerine Edirne’deki Papaz Okulu da 1891’de İstanbul’a taşınmış ve zamanla 6 sınıflı tam bir ruhban okuluna dönüştürülmüş, Egzarhlık, 1897 tarihinde itibaren Şişli’de büyük bir bahçenin içindeki kendi binasında faaliyet göstermeye başlamıştır.

1895 yılında, fermanın 25. yıldönümü nedeniyle “Hayırsever Derneği” de kuruldu. Bu derneğin temel gayretlerinde biri ise İstanbul’da bir hastanenin yapılmasıydı. Hastanenin inşaatına 1896 sonbaharında başlandı. Binanın temel taşı 20 Nisan 1897 tarihinde atıldı, açılışı ise 25 Nisan 1902’de yapıldı. Bu tarih aynı zamanda Egzarh Yosif’in 25, Egzarhlık hizmet yılına denk getirilmiştir.

Bu hastane, günümüzde Bulgar Vakfı’nın yapmış olduğu idari hatalar sonucunda hukuksal açıdan mazbut hale düştü ve Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün denetimine girdi. Daha sonra ise Vakıflar Müdürlüğü’nce yapılan kiralama ihalesi sonucunda "İhlas Grubu"na kiralandı ve halen “Türkiye Gazetesi Hastanesi” olarak faaliyet göstermektedir. [16]

Bu makalemizi, başında da zikrettiğimiz gibi Demir Kilise’nin anıldığı aziz adı olan “Sveti Stefan”ın anma günü olan ve bir dini ayin ile kutlanan 27 Aralık münasebetiyle yazdık ve ağırlıklı olarak, Türkiye’deki ilk prefabrik yapı özelliğini taşıyan Demir Kilise’nin yapımına kadar oluşan tarihsel bilgileri paylaştık.

Yukarıda bahsettiğimiz “Eski Bulgar Hastanesi” (Evlogi Georgiev) ve 1895 yılında kurulan “Hayırsever Derneği”  hakkında ise ayrıntılı bir başka makale kaleme alacağız. Zira hastanenin cemaatin elinden çıkmasında çok fazla ihmal ve yolsuzluk vardır. Hayırsever Derneği ise kapanana kadar hastanenin hizmet kollarından biri olarak da çalışmıştır ve günümüzde “Radost Derneği” (Sevinç) adı altında, vakıftan bağımsız olarak, yoksul cemaat mensuplarına yönelik hayır işleri yapmaktadır.


[1]  Arhimandrit=Episkopostan alt bir dini rütbe.

[2] Başbakanlık Osmanlı Arşivleri, Bulgaristan İradeleri, No:18, Lef 1. Egzarh Yosif 1889 yılında aynı yere yeni bir kilise yapımı için müsaade için Bab-ı Ali’ye müracaatta, bu müsaadenin 8-17 Ekim 1849’da (Evahir-i Zilkade 1265) verildiğini belirtmektedir.

[3] Bir kilise kutsanması esnasında o kiliseye verilecek adın, bir aziz adı olması gerekir. Burada Aziz Stefan adının seçilmesindeki maksat; Stefan Bogoridi’yi de çağrıştırması ve onun da anılmasının sağlanması amacını taşımaktadır.

[4] Metoh Binası; İstanbul’dan geçen Bulgarların konuk edilebileceği 3 katlı ve 25 odalı taş bir bina olarak bir süre sonra tamamlanmıştır. Bina üzerinde bu gün de muhafaza edilmiş ve binayı boydan boya saran, Slavca bir yazı ile Padişaha teşekkür vardır.

[5] Bulgar Paskalyası ya da Çarigradski Viligden olarak tanımlanan gündür.

[6] Bu dönem ile ilgili daha fazla ayrıntı için: “19. Yüzyıl’da İstanbul’daki Bulgar Basını
makalemizi http://bojidarcipof.blogspot.com/2012/10/19-yuzyilda-istanbuldaki-bulgar-basini.html

[7] Başbakanlık Osmanlı Arşivleri,   Bulgaristan İradeleri, No:876, Lef 7

[8] Başbakanlık Osmanlı Arşivleri,  Bulgaristan İradeleri, No:104’den naklen.

[9] Başbakanlık, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün 14 Kasım 1996 tarihli Bojidar Çipof’a hitaben verilen cevabi mektuptan alıntı.

[10] Kiralanan bir Musevi evi

[11] Başbakanlık Osmanlı Arşivleri, İrade-i Hariciye, No:16616 ve 166637’den naklen.

[12] Bulgar Eksarhı 1. Yosif’in günlüğü Eksarh Yosif 1, Dnevnik Günlüğün tıpkıbasımı ve güncel Bulgarca ile tercümesi birlikte basılmıştır.  Sofya 1992, s.216

[13] Başbakanlık Osmanlı Arşivleri, Bulgaristan İradeleri, No:876, Lef 13

[14] Başbakanlık Osmanlı Arşivleri, Bulgaristan İradeleri, No:1290

[15] Başbakanlık Osmanlı Arşivleri, Bulgaristan İradeleri, No:1290, Lef 1/b

[16] İstanbul Bulgar Cemaati mensupları için her ay belli bir kontenjan sağlık hizmeti bedelsiz olarak verilmektedir.

8 Ekim 2013 Salı

MİLANO FERMANI’NIN 1700. YILI SIRBİSTAN’DA KUTLANDI


Hıristiyanlık Tarihi açısından en önemli belgelerden biri olan, Milano Fermanı’nın 1700. Yılını kutlamak için 5/6 Ekim tarihleri arasında Roma İmparatoru 1.Konstantin'in doğduğu yer olan Sırbistan’ın Niş kentinde törenler düzenlendi.

Törenlere şu siyasetçiler katıldı: Sırbistan Cumhurbaşkanı Tomislav Nikoliç, Sırbistan Başbakanı İvica Daçiç, Başbakan Yardımcısı Aleksandır Vuçiç, Karadağ Cumhurbaşkanı Filip Vuyanoviç, Bosna Sırp Cumhuriyeti Başkanı Milorad Dodik. Ayrıca; Moskova Patriği Kiril, Kudüs Patriği 3.Teofil, Sırp Ortodoks Kilisesi Patriği İriney ve çok sayıda din adamları ile Fener Rum Patriği Bartholomeos da bu törenlere katıldı.

Milano Fermanı, M.S. 313 yılında 1.Konstantin ile Licinius arasında, Milano'da imzalanmış, Roma İmparatorluğu'nda, Hıristiyanlığa karşı hoşgörüyü sağlayan bir fermandır ve bir anlamda, Hıristiyanlığın ileride resmi dil olmasını sağlayacak ilk belgedir.

Bu törenler çerçevesinde Niş kentinde, Milano Fermanı’nın oluşmasında ve dolayısı ile Hıristiyanlığın bu gün var olmasının belki de tek sebebi olan 1.Konstantin ve annesi Elena anısına yapılmış anıtta bir tören düzenlendi. 1.Konstantin, aynı zamanda Bizans’ın kurucusu İmparator olarak da anılır.

Bizans tarihi için, “Roma Tarihi’nin yeni bir devresidir” ya da “Bizans, eski Roma İmparatorluğu'nun (İmperium Romanum) bir deva­mıdır” şeklinde niteleme de yapabiliriz. Bizanslılar kendilerini daima Romalı anlamına gelen "Romario" olarak adlandırmışlardır. Bazı Bizans tarihçileri bu varsayımı daha da ileriye götürerek, Konstantinopolis’ten önceki yerleşim alanının adı olan Bizans’ın “Yeni Roma” ya da “Yakın Roma” olarak tanımlanan o süreçte kendilerince kullanılmadığını ortaya koyarlar ve Bizans adının yakın dönem tarihçileri tarafından kullanıldığında ısrar ederler. Rum kelimesinin kökü de zaten “Romario”dur. Bu gün Yunan diline de “Rumega” (Roma Dili) denilmek­tedir. (YN: Yazımızın devamında Bizans adını kullanmaya devam edeceğiz.)

Roma adı daima Bizanslıları büyülemiş ve Roma devlet geleneği onların siyasi düşünce ve iradelerine sonuna kadar hâkim olmuştur. Her daim Roma İmparatorluğu'nun mirasçısı olarak hare­ket eden Bizans; daima bütün Dünya üzerindeki yegâne imparatorluk olmak istemiş, Hıristiyan olan bütün ülkelerin üzerinde egemen­lik iddiasında bulunmuştur. Ancak Bizans, eski Roma'nın mi­rasçısı olmak düşüncesinde olmasına karşın, zamanın akışı içinde Romalı temellerinden gittikçe uzaklaşmış, kültür ve dil bakımından Grekleşmiş ve Bizans hayatı kiliseleşmiştir.

M.S. 3.Yüzyıl’daki Roma İmparator'u Diokletinus, yeni uy­gulamalar ile İtalya'nın özel statüsüne son verdi. Eyaletlerin yönetimini tek başına üzerine alan Diokletinus, İtalya’yı ve diğer büyük eyaletleri daha küçük idari birimler haline dönüştürdü ve böyle­ce, devlet arazisi 12 dioeceseye ayrılmış oldu. Diokletinus, im­paratorluğu yönetmek için, iki “Avgustus” ve iki “Sezar” seçti. Böyle­ce dört başı olan bir nevi şûra oluştu ve devletin Doğu ve Batı’sını bu iki Avgustus yönetmeye başladı. O dönemde Doğu Roma Avgustus'u olan 1.Konstantinos (Gaius Flavius Valerius Aurelius Constantinus ), Batı Roma'nın Avgustus'u Licinus'u kanlı hesaplaşmalardan sonra yendi ve Büyük Roma İmparatorluğu’nun hâkimiyetini eline geçirdi.

Milano Fermanı, M.S. 313 yılında, çatışmalardan evvel bu iki Avgustus arasında imzalanmış ve bu suretle Hıristiyanlığa karşı hoşgörü ortamı yaratılmıştır. Şüphesiz bu fermanın oluşmasında en önemli rol, 1.Konstantinos’tadır. 1.Konstantinos’un, Hıristiyanlığa olan hoşgörüsü ise Hıristiyanlığa inanmış olan annesi Elena’nın yoğun etkisi ile oluşmuştur.

1.Konstantinos, tüm Roma İmparatorluğu’nun hâkimi olduk­tan sonra, bugünkü Boğaziçi'nin kenarındaki eski bir Grek kolonisi olan Byzantion'u, "Konstantinopolis" adıyla başşehir yaptı ve imparatorluğa “Yeni Roma” adını verdi. (Şehrin inşası: M.S. 324)

Konstantinopolis; 11 Mayıs 330'da törenle açıldı. İmparator, bu yeni başşehrin parlaklığını ve zenginliğini arttır­mak hususunda da elinden gelen hiç bir şeyi esirgemedi ve özel­likle kiliseler inşaatına büyük gayret sarf etti. Daha başlangıcından itibaren İstanbul’da Hristiyanlık havasına girildi ve ahalinin bü­yük bir kısmı da dil bakımından Grekleşti.

Doğu’da Boğaziçi, Kuzey’de Haliç, Güney’de Marmara Denizi’nin sularıyla yıkanan, kara cihetinden sadece bir tarafından ulaşılması kabil bu yeni başşehir emsalsiz bir stratejik mevkide bulunuyordu. Zaman içinde Bizans İmparatorluğu adını alan bu devlet, Büyük Roma'nın bitişinden itibaren, Fatih Sultan Mehmed'in, 1453’te İstanbul’u alarak bu imparatorluğa son vermesine kadar, ayakta kalmıştır.

Bu devrede, devlet ile kilisenin ittifakı her iki tarafa da bü­yük kazanç sağlamış, Bizans Devleti, Hıristiyanlığı, kuvvetli bir ruhi birleştirici, kudret ve imparatorluk için güçlü manevi bir destek olarak değerlendirmiştir. Kilise ise bu ilişkiden sonsuz maddi çıkarlar elde etmiş ve mevcut nizamlara karşı olan her türlü hareket için “Din Karşıtı” denmiştir. İmparator bir yandan dini kullanarak halk üzerinde baskı sağlamakta, öte yandan kilisenin hamisi rolünü oy­namaktadır. Kilise yöneticileri, papazlar ve devlet memurları kendi maddi çıkarları için tarihsel süreçte daima halkı ezmişlerdir.

Annesi Elena’nın baskısı ve telkinleriyle Hıristiyanlığı artık imparatorluğun da kabul ettiği din haline getiren İmparator Konstantinos'un Hıristiyan olup olmadığı tartışması ise günümüzde hâlâ devam etmektedir. Bazı tarihçilere göre 1.Kontantinos din ile ilgisiz olup Hıristiyanlığı sadece siyasi ne­denlerle himaye etmiştir. 1.Konstantinos'un ölüm döşeğinde iken vaftiz olduğu bilinmektedir ve o esnada bilinçli olup olmadığı da hâlâ tartışılan bir konudur. 1.Konstantinos'un, sağlığında, kili­senin fiili başkanı olması ve de Hıristiyanlık tarihi içinde en önemli hadise olan M.S. 325, İznik 1.Genel Konsili’ni yönetirken henüz Hıristi­yan olmaması ise çok çelişkili ve asırlardır Hıristiyan teolojistlerinin tartıştığı bir husustur.

O devir, aynı za­manda çok muhtelif külte birden inanmanın pek tabii sayıldığı bir inanç devresidir. 1.Konstantinos'un putperest inanç adetlerine de yardım etmekten vazgeçmediği, hatta bizzat bu adetlerden biri olan “Güneş Kültü”ne ısrarla bağlı olduğu, bugün en önemli Bizans tarihçileri arasında kabul edilen Prof. Georg 0strogorsk tarafından da ortaya konulmaktadır. İmparator 1. Konstantin ve annesi Elena, daha sonra aziz olarak ilan edilmişlerdir. (Aziz Konstantin ve Elena olarak birlikte anılmaktadırlar)

1.Konstantin’in Hıristiyanlığı serbest bırakmasındaki en büyük etken; kitlelerin inanç ile baskı altına alınması ve yönetilmesindeki kolaylıktır. Ancak İznik 1.Genel Konsili’nden önce bu kolaylık bir şekilde kaybolmaya başlamıştı.  İskenderiye’den yükselen bir akım imparatoru ve tabi Hıristiyan din adamlarını rahatsız etmeye başladı. İskenderiyeli din bilgini “Arius” Hazreti İsa’nın varlığı ile ilgili olarak savunduğu ve çok fazla taraftar bulan bir akım yaratmıştı. Kısaca “Ariusçuluk” denilen bu kavram, kitleleri dalga dalga sarmaya başlamıştı. İmparator Konstantin, kitlelerin manevi yönetimini elden kaçıracağını anladı ve bir genel konsil toplanmasını istedi. İşte bu toplantı, tarihte “İznik 1.Genel Konsili” olarak adlandırılan ve Hıristiyanlığın ilk büyük toplantısıydı.

Hıristiyanlar arasında asırlardır tartışılan ve hâlâ karşıtları olan “Baba Oğul ve Kutsal Ruh” bu konsilde kabul edilmiştir. (Bir Hıristiyan, günümüzde bu kavrama karşıysa; sapkın ya da heretik kabul edilir. Heretik=din dışı) 

M.S. 325 İznik 1.Genel Konsili’nde alınan önemli bir karar da “Arius Doktiri”nin mahkûm edilmesi ve reddedilmesidir. Ariusçuluk dışında, Nasturizm ve Monofizizim de bu konsilde reddedilmiştir.

Tabi ki M.S. 313’teki Milano Fermanı olmasaydı belki de M.S. 325 İznik Konsili de olmayacaktı ve Hıristiyanlık da bugünkü yerinde olmayacaktı.  Milano Fermanı, daha çok 1.Konstantin'e mal edilir ve Roma İmparatorluğu sınırları içerisinde dini barışı sağladığı savunulur.

Hıristiyanlığın yayılmasında en büyük rolü oynamış olan misyonu; daha önce Kıbrıs, Küçük Asya ve kadim Yunanistan üzerinden Roma’ya varmış ve Roma’da buluştuğu Aziz Petrus ile (öldürülene kadar) birlikte hareket ederek gerçekleşmiştir.

Aziz Pavlus’un Küçük Asya ve Yunanistan’daki çalışmaları her ne kadar önemli olsa da Hıristiyanlık adına ilk ve önemli ivme Roma’da başlar.  Zira o süreçte Roma; Doğu ve Batı olarak ayrılmamıştır ve Dünya’daki en büyük imparatorluktur. Bizantium Kasabası’nın bir İmparatorluk kentine dönüşmesi ve Doğu ile Batı Roma’nın ortaya çıkışının ardından ise İstanbul Kilisesi önem kazanır ve Roma Kilisesi için zor günler başlar. İlk İncil’in dilinin Grek olması ve artık Yeni Roma olarak anılmaya başlayan Bizans’ın da bu alfabeyi kullanıyor olması İstanbul Kilisesi’nin kendini dinin başı olarak addetmesi sonucunda, Doğu ve Batı kiliseleri arasındaki çatlak büyüdü.

Konstantinopolis’ten önce küçük bir kasaba olan Bizantium, sadece bir papazlıktı ve Heraklia Metropolitliği’ne (Marmara Ereğlisi) bağlıydı. İstanbul Kilisesi, M.S. 325 İznik Konsili’nde başpiskoposluğa yükseltilmiştir. O zamana kadar Hıristiyanlık Tarihi açısından daha önemli rol oynayan Roma, bu nedenle hep üstünlük peşinde olmuştur. İstanbul Kilisesi ise imparatorluk gücünü de arkasına alarak hareket ederek dinin başı rolünü kapmaya çalıştı. İstanbul ile Roma Kiliseleri arasındaki bu rekabet, M.S. 451’de yapılan “Kadıköy Konsili”nde ayrılıkla sonuçlanmıştır.

Yazımızın ilk iki paragrafında ayrıntısını verdiğimiz Milano Fermanı’nın 1700. Yılını kutlamak için Sırbistan’ın Niş kentinde sadece Ortodoks din önderlerinin bir araya gelmesi, davetliler arasında Batı Kilisesi yani Katoliklerin üst düzey temsil edilmemesi, iki bin yıl süren Doğu ve Batı kiliselerinin rekabetinin günümüzde hâlâ devam eden tezahürüdür.


29 Eylül 2013 Pazar

BULGAR KİLİSESİ’NDE “GİZLİ” AJANLAR İDDİASI


20 Eylül Cuma günü Bulgar Patriği Neofit ve bir heyet İstanbul’a geldiler. Bu ziyaretin amacı, yeni Bulgar Patriği sıfatıyla, İstanbul’daki Bulgar Ortodoks Cemaati’ni ve Rum Patrikhanesi’ni ilk kez ziyaret etmekti.

Ziyaretin evvelinde, geçtiğimiz yıllarda da sıkça medyada yer alan, eski Bulgar Patriği Maksim ve diğer üst rütbeli ruhaniler hakkındaki komünist rejimin gizli ajanları olma iddiaları yeniden ortaya atıldı.

Müteveffa Patrik Maksim; Bulgaristan’ın 1989’da demokrasiye geçmesinin ardından, 1990 yılında yapılan, “Ulusal Yuvarlak Masa Toplantısı”nda komünist yönetimin adamı olmakla itham edilmiş, dini açıdan yasal bir şekilde seçilmemiş (antikanonik) ve eski idareciler tarafından bu göreve atanmış olduğu iddiası ortaya atılmıştı. Bu söylemler o kadar ileri gitti ki; Patrik Maksim’in Eski ve Yeni Ahid’i dahi tam olarak okumamış olduğu iddia edildi. Bu sürecin ardından Bulgaristan Kilisesi, uzun sürecek bir süreç ile iki başlı oldu ve Dünya Hıristiyanlık Tarihi’nde eşi benzeri olmayan bir rezalet ortaya çıktı.

Yeni Bulgar Patriği Neofit’in İstanbul temasları çerçevesinde, 20 Eylül Cuma günü Rum Patrikhanesi ziyareti vardı ve görüşmelerin ardından bu tür ziyaretçiler için mutat olduğu gibi, Patrikhane kilisesi olan Aya Yorgi Kilisesi’nde Bulgar Patriği’nin onuruna bir ayin icra edildi. Ayinin ardından Rum Patriği Bartholomeos Bulgar Patriğine (özetle) şöyle hitap etti: “Umarım sizinle eski Patrik Maksim ile olduğu gibi uyum içinde olacağız.”

Sanıyoruz ki Rum Patriği Bartholomeos, bu sözleri eski Bulgar Patrik Maksim ve ekibine vermiş olduğu desteği anımsatmak adına sarf etmiştir. Zira Bartholomeos o süreçte, Bulgaristan’ı birkaç kez ziyaret ederek Patrik Maksim’e destek olmuş ve dini açıdan onu yasal (kanonik) olarak kabul ettiğini vurgulamıştı.

Burada bahse konu olan Bartholomeos’un Bulgaristan ziyaretleri değildir. Bahse konu; Patrik Maksim’in kendi ülkesi içinde acze düşmüş, kendi halkının bir bölümü tarafından “Antikanonik” (kanon=dini yasalar) addedilerek “Komünist Ajanı” nitelemesi yapılmasıdır. Bu bağlamda; Bulgar Patriği ve bir kısım üst rütbeli Bulgar ruhanilerin o dönemde makamlarını muhafaza etmek adına her türlü dış desteğe ihtiyaçları vardı…

Bulgaristan’ın komünistlikten demokrasiye geçtiği dönemde büyük bürokratik sıkıntılar yaşanmış, Komünist Parti zamanında kurulan Bulgaristan Diyanet İşleri Müdürlüğü de demokratikleşen rejime etkisiz ve basiretsiz bir başlangıç sergilemişti. 1990’da, ülkenin sorunları arasında; Bulgar Patriği Maksim’in komünist yönetimin adamı olması ve yasal bir şekilde seçilmemiş -komünistler tarafından bu göreve getirilmiş- olması da gösterildi.

Devlet Araştırma Komisyonu’nun hazırladığı bir rapora istinaden; Patrik ile 12 metropolitten oluşan Bulgar Kilisesi Sen Sinodu’nda komünist dönemde “Bulgar İstihbarat Teşkilatı” olan “DS”nin (Darzhavna Sigurnost) 11 ajanı bulunduğu açıklandı. 

(Yeni Bulgar Patriği Neofit de bu 11 kişi arasında gösterildi.)

Ancak Patrik Maksim, kendisi aleyhine sürdürülen tüm karşı iddialara rağmen, 98 yaşında vefat edene kadar makamında kalmıştır.

Bulgar Patriği Maksim’in komünist yönetimin adamı olması ve yasal bir şekilde seçilmemiş olduğunun açıklanması üzerine bir grup din adamı yeni bir oluşum gerçekleştirmek için harekete geçti ve Patrik Maksim ile ekibine karşı çalışmaya başladılar. 30 Mayıs 1992’de “Diyanet İşleri Komisyonu”nun başında olan Metodi Spasov, “Komünist Ajanı” olduğu gerekçesiyle, Patrik Maksim’in ve ekibinin azli için emir verdi ve aynı emirle yeni bir Sen Sinod tayin etti.

1 Haziran 1992 günü sabahın erken saatlerinde yeni tayin edilenler ve fedaileri Sen Sinod merkezini işgal ederek Patrik Maksim, ruhbanlar ve sivil memurların binaya girmelerini önlediler, içeride olanlar yaka paça dışarı attılar. Fedailerle çıkan arbede sonunda içeri giremeyen Patrik Maksim ve diğerleri çaresizce Sofya Metropolitliği’ne sığındılar ve uzun bir süre orayı Patrikhane merkezi olarak kullandılar. Böylece yukarıda da zikrettiğimiz gibi Ortodoksluk Tarihi’nde yaşanmamış bir süreç, iki başlılık başladı.

Nevrokop Metropoliti Pimen ikinci sinodun başına seçildi. Bu suretle Bulgaristan’daki her metropolitlik bölgesinde, Patrik Maksim’e bağlı olanlar ve Pimen’e bağlı olanlar şeklinde iki başlı bir yönetim başladı. 

(Bunun ne anlama geldiğini şöyle tarif edebiliriz: Türkiye’de her ilde bir İl Müftüsü vardır. Her ilde farklı gruplara bağlı 2 il müftüsü olmasını tasavvur edelim.)

Bulgaristan’daki iki başlı kilise skandalının ilk iki senesi boyunca Patrikhane’nin idari yönetim merkezi olan Sen Sinod binası, diğer grubun elinde kaldı. Bu süre zarfında, Patrik Maksim’in yasal olarak yaptığı tüm itirazlar sonuçsuz oldu. Bir tarafta yasal Sen Sinod’un başı olduğunu iddia eden Maksim; diğer tarafta Maksim komünist ajanıdır. O ve tarafları tayin ile gelmişlerdir. Biz gerçek Sen Sinoduz.” şeklinde konuşan Pimen taraftarları, dini açıdan rezalet sayılabilecek bu kavgayı sürdürürken Bulgaristan Devleti hadiselere sadece seyirci kaldı. 1 Haziran 1994 tarihinde Metropolit Neofit kalabalık bir fedai gurubuyla, binayı kaba kuvvet kullanarak geri aldı…

(O günün metropoliti Neofit bugün Bulgar Patriği’dir.)

Ocak 2012’de Bulgar ajanslarında ve gazetelerinde, Patrik Maksim ve diğer papazlar hakkındaki gizli ajanlar iddiası yeniden alevlendi.

Devlet Araştırma Komisyonu’nun raporuna istinaden 40 yılı aşkın süredir kilisenin başı olan Maksim’in gizli servis elemanı olduğu ayrıca Sen Sinod üyelerinin arasında da 11 eski gizli servis elemanı bulunduğu 17 Ocak 2012’de açıklandı.

İddiaya göre diğer adı geçen metropolitler arasında; Stara Zagora Metropoliti Galaktion, Vidin Metropoliti Dometyan, Plevne Metropoliti İgnati, Sliven Metropoliti Yoaniki, Veliko Turnovo Metropoliti Grigori, ABD, Kanada ve Avustralya Metropoliti Yosif, Vratsa Metropoliti Kalinik, Nevrokop Metropoliti Nataniel ve Orta Avrupa ve Rusçuk Metropoliti Simeon bulunmaktadır.

Devlet Araştırma Komisyonu tarafından gizli ajan oldukları iddia edilenlerin kullandıkları kod adlarının ise şöyle olduğu iddia edildi:

Galaktion = Misho

Dometyan= Dobrev

İgnati = Penev

Yoaniki = Kirileviç

Grigori = Vanyo

Yosif = Nikolov

Kalinik = Rilski

Nataniel = Blagoev

Simeon = Hristov

Şu an Bulgar Patriği olan Neofit’in kod adı = Simeonov

(Makalenin fotoğrafı= Patrik Neofit ve Bulgaristan İçişleri Bakanlığı’nın “Simeonov” kod adlı bir zarfı.)

Devlet Araştırma Komisyonu’nun araştırmasında sadece 12 kişi olan Sen Sinod üyeleri değil, diğer tüm metropolitler, manastırların ve Teolojik Seminarya’nın (İlahiyat fakültesi eşdeğerinde) yöneticileri de mercek altına alınmışlardır. Başta Varna Metropoliti Kiril olmak üzere diğer Sen Sinod üyelerinin pahalı arabalar kullandıkları ortaya çıktı. Adı geçen dosyanın komisyon Başkanı Georgi Yovchev, Sofya ve Plovdiv Katolik Cemaati Piskoposu, Petır için de 31 Temmuz 1988’den itibaren ajandı açıklaması yaptı.

24 Şubat’ta yapılan patrik seçimiyle Neofit işbaşına gelir gelmez Bulgar ajanslarında şu manşet yer aldı: “Eski komünist ajan Bulgar Kilisesi’nin başında.” 

Patrik Maksim’in 6 Kasım’da ölümünün ardından medyada Bulgar Kilisesi içindeki Bulgar istihbarat örgütü “Darzhavna Sigurnost ajanlarıyla ilgili haberler tekrar yer almaya başladı. Komünizm hayaletinin yeni bir patrik seçmeye hazırlandığı şeklinde benzetmeler de yapıldı. Merhum patrik ve diğer üst düzey ruhbanlar, Sofya Üniversitesi’nde felsefe profesörü ve dini bir yayın organı olan “Christianity and Culture” adlı derginin baş editörü Kalin Yanakiev örneğinde olduğu gibi anti-komünist davranışları eski rejime bildirmekle suçlandılar.  

Seçimlerin ardından Varna Metropoliti Kiril’in 9 Temmuz’da Karadeniz sahilinde ölü olarak bulunması ise hayli şüphelere yol açtı ve komünist ajanlar iddiaları tekrar ortaya atıldı.

Bulgar Haber Ajansı ölüm nedenini boğulma olarak bildirdi fakat Kiril’in üzerinde bir dalış maskesi ile şnorkel vardı ve Kiril çok iyi bir yüzücü olarak tanınmaktaydı. Maksim’in ardından seçim için yoğun kulis yapan fakat sonra aday olmayan, 1954 doğumlu Kiril için de Gizli Servis ajanı olduğu iddia edilmekteydi. Kiril’in bu hizmeti devlet güvenliği için değil de ABD Başkanı Barack Obama’nın da kullandığı Lincoln MKS marka hibrid lüks otomobil için yaptığı iddialar edilmiştir. Ancak kendisi bu aracın zengin bir Bulgar işadamı tarafından hediye olarak verildiğinde ısrar etti. 

Metropolit Kiril;1981 yılında Moskova'ya Bulgar Ortodoks Kilisesi Temsilcisi olarak gönderilene kadar DS’nin ajanı olduğu, 1989 yılında Varna Metropoliti olarak atandığında tekrar "aktif" olduğu iddialar arasındadır. [8]

Kiril’in bu yeniden aktif ajan olması kısa sürmüş olmalı ki; 10 Kasım 1989’da, iktidardaki Todor Jifkov yönetimi kansız bir darbe ile indirilerek “Büyük Demokrasi Dönemi” diye adlandırılan süreç başlayana kadar devam edebilmiştir. Metropolit Kiril’in 1981 yılında Moskova'ya Bulgar Ortodoks Kilisesi Temsilcisi olarak gönderilene kadar aktif olması ve sonra vazifeyi bırakmış olması ise gidilen yerin Moskova olması sebebiyle inandırıcı değildir.

Bulgaristan’da, Müteveffa Patrik Maksim, yeni Patrik Neofit ve Karadeniz’de şüpheli bir şekilde boğulmuş olan Metropolit Kiril ve diğer metropolitler hakkındaki “Komünist Ajanı” iddiaları bitmeyecek gibi görünüyor…