hıristiyan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hıristiyan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Eylül 2015 Cuma

6-7 EYLÜL OLAYLARI’NIN 60. YILI


Her ülkenin tarihinde bazı kötü yaşanmışlıklar vardır. Geçtiğimiz yüzyılda ve de hâlâ Dünya’nın birçok yerinde maalesef trajediler yaşanmış ve yaşanmaktadır. Ancak bu trajedileri yaşayanlar ile yaşatanların bir kısmı günümüzün siyasi ve insani koşullarını göz önüne alarak barışmayı da başardılar. Bu konuda; Nazilerin Yahudilere yaptıkları ya da Amerika’nın Japonya’ya attığı atom bombaları en büyük örneklerdir. Daha yakına geldiğimizde ise Yugoslavya’nın dağılmasının ardından yaşanan büyük acılar, Karabağ’daki katliam ve günümüzde ise Suriye’de hâlâ süregelen dram…

Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye’de yaşanan “Varlık Vergisi” ile “6-7 Eylül Olayları” da bu bağlamda gerçek birer trajedidirler.

1942’deki  Varlık Vergisi TBMM’de kabul edilmiş, kanunla salınmış bir vergidir ve iç kamuoyu ile uluslararası platformlardaki tepkilerin neticesinde kaldırılmış, ancak yürürlükte kaldığı sürede yaşananlardan ötürü, ardında binlerce mağdur bırakmıştı. 1955’teki 6/7 Eylül olaylarının boyutu ise ancak devletin bazı katmanlarının organizasyonu ile oluşabilecek mahiyetteydi ve bu hadise de ardında binlerce mağdur bırakmış, hatta bu olayların ardından küserek Türkiye’den göç eden bir dalga da yaratmıştır.

6/7 Eylül; Selanik’te “Atatürk’ün Evi Bombalandı” söylemi ile başlayan olaylardır ve polis ve askeri kuvvetler tarafından durdurulmuştur. “Yassıada Mahkemeleri” sürecinde de “6/7 Eylül Davası” olarak görülmüştür. Bu her iki olay da Türkiye’nin tarihten gelen ayıplarıdır ama göz ardı edilmemesi gereken; bu her iki trajedinin de Türkiye tarafından kabul edilmiş ve mağdurlarına özür ile tazminatların ödenmiş olduğudur.   Son yıllarda Varlık Vergisi ile 6/7 Eylül hadiselerinin yanı sıra birtakım çevrelerce kullanılmaya başlayan ve aleyhte algı yaratılan iki husus daha var!

Bunlardan biri 1923/24 Nüfus Mübadelesidir. Mübadele; Lozan Anlaşması’nın ardından Lozan’da taraf olan ülkelerin ve Türkiye ile Yunanistan’ın karşılıklı anlaşmalar çerçevesinde kabul ve birlikte uyguladıkları bir nüfus değiş tokuşudur ve Birleşmiş Milletlerin oluşturduğu, “Mübadele-i Ahali Komisyonu”  tarafında organize edilerek uygulanmıştır. Bu kapsamda; Yunanistan’da yaşayan Türk asıllı Yunanistan vatandaşları ile Türkiye’de yaşayan Rum asıllı Türk vatandaşlarının değiş tokuşu oldu. Batı Trakya’da yaşayan Türkler ile İstanbul, Gökçeada ve Bozcaada’da yaşayan Rumlar bu mübadeleden muaf tutuldular. Yunanistan’ın diğer kesimlerinde yaşayan Türkler ile yukarıda belirttiğimiz kesimlerde yaşayan Rumlar karşılıklı mübadele edildiler.

Türkiye ve Yunanistan taraflarını temsilen ve BM tarafından görevlendirilen dörder kişi ile (1.Dünya Savaşı’na katılmamış ülkelerden) seçilen üç kişi mübadeleyi organize etmiş ve bu komisyonun adına “Karma Komisyon” denilmiştir. Karma Komisyon görevini 8 Ekim 1923’ten, 21 Haziran 1924’e kadar Atina’da daha sonra ise İstanbul’da sürdürmüş, mübadelenin tamamlanması üzerine de BM tarafından feshedilmişti. Bugün ne yazık ki mübadeleyi de Türkiye’nin bir ayıbı olarak kullanan çevreler var! Oysaki mübadeleyi yukarıda kısaca açıkladığımız gibi uluslararası bir komisyon yapmıştı.

Son yıllarda, Türkiye’nin haksız yere suçlandığı hususlara bir de 1964 Sürgünü eklendi. Merkezi Yunanistan’da bulunan “İstanbullu Rumların Evrensel Federasyonu” adlı bir sivil toplum kuruluşu bir yandan 1964 öte yandan 6/7 Eylül üzerinden Türkiye’ye yüklenmektedirler. Hâlbuki Türkiye’de son yıllarda azınlıklara Cumhuriyet tarihinde görülmemiş edinimler sağlandı ve özellikle Vakıflar Genel Müdürlüğü hukuku çerçevesinde 1936 Beyannamesi olarak bilinen bir belgeden yola çıkarak azınlık taşınmazlarının önemli bir kısmı iade edildi. Rum Cemaati’ni ilgilendiren hususlar dâhilinde birçok kilise restore edildi, metruk kiliselerde ve Sümela’da ayinlere izinler verildi, Gökçeada ve Bozcaada’da kapalı okullar yeniden açıldı.

1923/24 Nüfus Mübadelesi ile Yunanistan’a göç edenler ve ikinci, üçüncü nesil akrabaları tarafından Yunanistan’da sayısı azımsanmayacak mertebede “Mübadil” dernekleri kuruldu. İnsani açıdan bakıldığından bu oluşumlar fevkalâde güzel sivil toplum çalışmaları olarak değerlendirilebilir. Ve nitekim bu mübadil dernekleri tarafından Türkiye’ye tertiplenen gezilerde yerel halk ve yöneticiler de ziyaretçileri son derece sevgi ve ilgi ile karşılamakta ve misafir etmektedir.

Mart 2011’de Sayın Ahmet Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanı sıfatıyla yaptığı Yunanistan gezisinin ardından “120 bin Rum geri dönmek istiyor” şeklinde bir sloganla siyasi hayatımıza, eski bir İstanbullu ve Atina Teknik Üniversitesi’nde görevli bir profesör olan “Nikolaos Uzunoğlu” başkanlığındaki “İstanbullu Rumların Evrensel Federasyonu” adlı bir oluşum girdi.

Aniden ortaya çıkan bu federasyon İstanbul ve Anadolu’da birçok etkinliğe imza attı ya da aracı oldu. Türkiye aleyhine yapılan bu çalışmalar, en fazla 1964 yılında Rumların Türkiye’den gönderilmeleri üzerinde yoğunlaştı. Nedir bu 1964’te Rumların sınır dışı edilmeleri olayı ya da onların deyimiyle “1964 Sürgünü” ve bu olayda Türkiye haksız mıydı? Zulüm mü yapmıştı?

Lozan’ın ve mübadelenin ardından Türkiye ile Yunanistan arasında, Atatürk ve Venizelos’un yarattığı ciddi bir dostluk süreci yaşanmış ve 1930 yılında Türkiye ile Yunanistan arasında “İkamet Ticaret ve Seyrisefanin Anlaşması” imzalanmıştı. Bu anlaşmaya göre her iki ülke vatandaşları karşılıklı olarak ikamet ve ticaret için diğer ülkeye gittiler. Bu daha çok Yunanistan’dan Türkiye’ye gitme şeklinde oldu ve 1923 Mübadelesi ile gidenlerin de bir kısmı yeniden geri geldiler.

1964 yılında Kıbrıs’ta kanlı olaylar yaşandı ve Yunanistan ile de adeta bir “Savaş Hali” yaşanmaktaydı. Aşağıda kısaca açıklayacağımız nedenlerden ötürü İnönü başkanlığındaki hükümet tek taraflı olarak ve anlaşma içeriğinde bulunan haklarına istinaden “İkamet Ticaret ve Seyrisefanin Anlaşması”nı fesih etti.

Bunun ardından Türkiye’de bulunan Yunan vatandaşlarının belli bir süreçte ülkeyi terk etmeleri istendi. Bu bir uluslararası konjonktürde her ülkenin sahip olduğu istenmeyen yabancı uyrukluları “Sınır Dışı” etme haliydi…
Bu süreç günümüzde, İstanbullu Rumların Evrensel Federasyonu ve içerideki sempatizanları tarafından sürdürülen Türkiye’ye karşı sürdürülen bir dezenformasyondur.

16 Mart 1964’te başlayan sınır dışı işlemi için “Zorunlu Göç” ya da “Sürgün” demek Türkiye’ye yapılan çok büyük bir haksızlıktır. 1964’de Türkiye kendi vatandaşları olan Rumları sınır dışı etmemiştir. Sadece Yunanistan vatandaşlarını sınır dışı etmiştir ki bunun gerekçelerini şunlardır:

1964’te Yunanistan ile Türkiye; Kıbrıs’tan ötürü savaşın eşiğindeydiler. Böyle bir ortamda Türkiye’nin Yunanistan vatandaşlarının ikamet tezkerelerini iptal ederek sınır dışı etmesine neden olan en önemli husus; Aralık 1963 sonunda Kıbrıs’ta,  Rumlar tarafından tarihe “Kanlı Noel” olarak geçen trajik katliamdır. 20 Aralık’ta, Kıbrıs’taki Türk köylerinde çok sayıda katliam yaşanmıştı. “24 Aralık Noel Gecesi” Binbaşı Nihat İlhan’ın savunmasız ailesi; eşi Mürüvvet, küçücük evlatları Kutsi, Hakan ve Murat “Dînî Bütün Hıristiyanlar” tarafından hunharca katledildiler!


Bir banyo küvetine sokularak katledilen bu insanların fotoğrafı Türkiye’de ve Dünya’da büyük bir infial yarattı. Bu olayın ardından Kıbrıs’ta, Kıbrıs Rumları tarafından 103 Türk köyü boşaltıldı ve toplamda 25 Bin kişi gerçek anlamda kendi vatandaşı olduğu ülkeden “Sürgün” oldu.  Bu trajik olayın fotoğrafı ise yıllarca akıllardan çıkmadı ve Kıbrıs ile ilgili her olumsuzlukta medyada kullanıldı. (Örnek: 22 Aralık 1985 Milliyet)

Bu arada 1964 başında bir başka gelişme de olmuş ve Beyoğlu’nda gizli faaliyet gösteren “Elliniki Enosis” adlı bir Yunan derneği ortaya çıkarıldı. (“Elliniki Enosis” “Helenik İlhak” demektir.)  “Enosis” yani Türkçesi “İlhak” Kıbrıs’ın Yunanistan’a katılmasının simgesel söylemidir. Bu derneğin deşifre olmasıyla ortam daha da gerildi. Savaşın eşiğine gelinmiş bir ortamda; Türkiye’de böyle bir adla gizli faaliyet gösteren ve kayıt dışı makbuzlarla Rum Cemaati’nden bağış ya da haraç toplayan bir derneğin varlığı İsmet İnönü Hükümeti’ni harekete geçirdi. Derneğe yapılan baskında binlerce Rum bağış sahibinin listesi ortaya çıktı. Bunların büyük bir kısmının Türkiye’de 1930 Anlaşması’na istinaden ikamet eden ve TC vatandaşı olmayan Yunanlılar olması ise bir başka önemli noktadır.

13 Mart 1964’te gelindiğinde ortam daha da gerildi! Kıbrıslı Rumlar muhasara altında tuttukları Türk köylerine insani yardım gönderilmesini de engellemeye başladılar ve 10 Türk köyüne daha saldırdılar. Bu olay artık bardağı taşıran son damla oldu ve Türkiye; “İkamet Ticaret ve Seyrisefanin Anlaşması”nı, 1930 yılında Türkiye adına imzalayan İsmet İnönü’nün bizzat verdiği bir önerge ile feshetti. Böylece Yunanistan vatandaşlarına sınır Türkiye’yi terk etmeleri için işlemleri tebligatlar gönderildi. İlk anda Yunan vatandaşı Rumlara, Türkiye’yi terk etmeleri için birkaç aya varan bir süre verilmişti ama içeride ve yurtdışında öyle bir provokasyon yapılmaya başlandı ki süre çok kısa bir zamana indirildi.

Burada şu gerçeği de göz ardı etmemek gerekiyor: Tabii ki 1964’te TC vatandaşı olduğu halde mecburen gidenler de oldu. 1930’dan itibaren Yunanistan vatandaşları ile Rum asıllı Türk vatandaşları arasında evlilik yolu ile yoğun aile bağları oluşmuş durumdaydı ve bu tür ailelerin bireylerinden olup zaruri olarak Yunan vatandaşı akrabaları ile birlikte Türkiye’den ayrılanları da azımsamamak gerekiyor.

6/7 Eylül 1955 olaylarını yazımızın başında da bir trajedi olarak kabul ettik ve ardından Türkiye’nin de bunu kabul ettiğini gereken özrün ve tazminatlarının ödendiğini belirttik.

Bu sene 6/7 Eylül 1955 olaylarının 60.Yıldönümüdür ve bu bahane ile bu sene İstanbullu Rumların Evrensel Federasyonu ve birtakım sivil toplum kuruluşları evvelâ 1964 sınır dışı olayı üzerinde paneller, toplantılar, yayınlar v.s. yaptılar.

Şu anda ise 6/7 Eylül 1955 olaylarının 60.Yıldönümü adı altında Yunanistan’da ve İstanbul’da Türkiye aleyhine etkinlikler düzenlemektedirler.
Atina Belediyesi Kültür Merkezi’nde 2 Eylül’de başlayarak 7 Eylül’e kadar sürecek bir organizasyon tertiplenmiştir. “Atina Kültür Gençlik ve Spor Organizasyonu”, “İstanbullu Rumların Evrensel Federasyonu” ve “Bakırköy Rum Kültür Derneği” tarafından düzenlenen etkinlikte çeşitli aleyhte sunumlar arasında 6/7 Eylül 1955 Olaylarını konu alan yapımcı “Yorgos Mutevellis” tarafından hazırlanan 26 dakikalık “Korkunç Gece” olarak tanımlayan bir filmin gösterimi de bulunmaktadır.

Bir yandan Atina’da bu etkinlik yapılacakken, öte yandan yine İstanbul’lu Rumların Evrensel Federasyonu” ile bu kez “DurDe Platformu”nun ortak organizasyonu şeklinde 6-7 Eylül olaylarının 60’ıncı yılını anma etkinliği 5 Eylül’de İstanbul’da da düzenlenmiş olup aynı filmi burada da gösterim yapacaklardır. DurDe Platformu bu etkinliği; “Türkiye Cumhuriyeti devletinin örgütlü bir şekilde düzenlediği bu pogromun mağdurlarını anmak ve adalet arayışımıza destek vermek üzere tüm dostlarımızı etkinliklerimize davet ediyoruz. Şeklinde lanse etmektedir.
Bu tür eylemlerin daimi aktörü olan İstanbullu Rumların Evrensel Federasyonu Başkanı Nikolaos Uzunoğlu ise hem Atina’da hem de İstanbul’da yapılacak olan organizasyonda konuşmacı olarak bulunacak, “Korkunç Gece” adlı filmin gösterimi 5 Eylül 2015, Cumartesi Cezayir Restaurant’ta yapılacak, aynı gün Saat 16.30’da Galatasaray Meydanı’nda bir basın açıklaması da vardır.
6/7 Eylül olayları ile ilgili düşüncelerimizi yazımızın başında aktardır ve “Keşke Olmasaydı” diyoruz. 1964 için ise kanaatimizi de elden geldiğinde vurguladık! Son olarak; 1964 Sürgünleri için; “Bunlar sürgün değildirler. Günün savaş şartları çerçevesinde, kendi vatandaşı oldukları ülkeye sınır dışı edilen Yunanistan vatandaşlarıdır.

Ayrıca bugün karşılıklı olarak birbirlerine “Dost” tanımlaması yapan iki ülkenin doğru ve yanlış olan yönleriyle geçmişte yaşananları bu kadar deşmemek gerekir. Türkiye “Kurtuluş Savaşı” başta olmak üzere, Batı Trakya’da hâlâ süregelen Yunanlılar tarafından gerçekleştirilen birçok geçmişi deşmemektedir. Bu noktada İstanbullu Rumların Evrensel Federasyonu’nun faaliyetlerini içeride destekleyenlerin de dikkatli olmaları gerektiği kanısındayız.

Çünkü bu anma v.s. adı altında Türkiye aleyhine yapılan konuşmalar, etkinlikler kamuoyunda “Yunan Karşıtı” bir olgu/algı yaratmaktadır ve bu da Türkiye ile Yunanistan arasındaki dostluğa zarar vermektedir.


Bojidar Çipof
4 Eylül 2015

6 Ekim 2014 Pazartesi

RUM PATRİĞİ BARTHOLOMEOS’UN DOĞU KARADENİZ GEZİSİ


Rum Patriği Bartholomeos, geçtiğimiz Ağustos ayının sonlarında beraberinde bir heyetle birlikte Doğu Karadeniz gezisi yaparak bölgedeki metruk kiliseler ile zaman içinde kamu alanı olmuş eski kilise mülkleri ile ilgili araştırmalar yaptı.

Evvelâ Trabzon’a gelen Patrik Bartholomeos, burada bulunan Kızlar Manastırı ve Fatih Küçük Camisi’ni gezdi. Bilindiği gibi son 5 sene her 15 Ağustos’ta Sümela Manastırı’nda Bartholomoes’un icra ettiği ayinler yapılmaktadır. 15 Ağustos; Hırıstiyanlıkta “Meryem Ana Yortusu” olarak kutlanmaktır ve 15 Ağustos aynı zamanda Fatih sultan Mehmed’in 1461’de Trabzon’u fethederek “Rum Pontus İmparatorluğu”nu tarih sahnesinden sildiği gündür.

Yerel gazetelerde; 5 yıldır yapılan Sümela Manastırı’ndaki ayin dışında ilk defa gezi amaçlı Trabzon’a gelen Fener Rum Patriği Bartholomeos hakkında yazılar çıktı. Bu gezilerin aynı zamanda turistik getirisi de olduğu için yerel işletmeciler açısından ise memnuniyet yaratmaktadır.

Rum Patriği Bartholomeos’un ziyaret ettiği Kızlar Manastırı; Trabzon Boztepe’nin yamacında şehre hâkim bir mevkidedir. 14. yüzyılda İmparator 3.Aleksios (D:5 Ekim 1338-Ö:20 Mart 1390) tarafından kurulmuştur. Vaftiz adı Yunannes olan 3.Aleksios;1349’dan vefat ettiği 1390’a kadar uzun bir süre imparatorluk yapmıştır. Bu bağlamda Pontus İmparatorluğu tarihinin önemli bir figürüdür. İmparator Basileus ile Trabzon’lu olarak anılan Kraliçe İrene’nin oğludur ve dedesi 2.Aleksius’un adı ile tahta geçmiştir.

Fatih Küçük Camii Fatih Sultan Mehmed’in 1461’de Trabzon’u fethinin ardından vakfedilerek camiye çevrilen Trabzon’un ve fethinin sembol eserlerindendir. Fatih Küçük Camii ilk olarak Flavius Claudius Julianus  tarafından yaptırılmış olup Trabzon’un Fethinden önce Altınbaşlı (Kızılbaşlı) Meryem Ana Kilisesi olarak anılmakta idi.

Felsefi çalışmalarından ötürü yaşamı süresince ve ardından gelen imparatorlar tarafından arasında Filozof sıfatıyla anılmış olan Flavius Claudius Julianus (D:331-Ö:26 Haziran 363) 361 ile 361 yılları arasında imparator olup Gerek Roma İmparatorluğu ve gerekse de Hıristiyanlık tarihi açısından ilginç bir figürdür. Julianus Apostata (Dönme Julianus) olarak  da anılmakta olup Roma’nın son pagan imparatorudur. İmparatorluktaki çöküşü durdurmak amacıyla geleneksel ibadeti geri getirmeye çalışmış ve Hıristiyanlığı reddetmiştir. Bu nedenle Hıristiyanlar tarafından dönek olarak de adlandırılmıştır.

Kemerkaya Camisi, Rum Patriği Bartholomeos’un ziyaret ettiği bir başka camidir. Kemerkaya Mahallesi’nde bulunan bu camiinin yapım tarihi tam olarak bilinmemekle birlikte mihrap üzerinde bulunan H. 1306 (Miladi:1888) tarihinin kiliseden dönüştürüldüğü tarih olduğu düşünülmektedir. Bartholomeos’un bu camiye yaptığı ziyaret ise kiliseden dönüşmeyi doğrular niteliktedir.

Bartholomeos Kemerkaya Camisi’nin ardından evvelâ Çömlekçi Mahallesi’nde bulunan, kiliseden camiye dönüştürülmüş Hüsnü Göktüğ Paşa Camisi’ne ve ardından Esentepe Mahallesi’ndeki, 14. Yüzyıl’da Aziz Philip adına yapılmış ve yine kiliseden camiye dönüştürülmüş olan Kudrettin Camisi’ne gitti.  Cami çıkışında vatandaşlarla sohbet eden Bartholomoes’a bir vatandaş; “Biz camilerimize çok iyi bakıyoruz, siz merak etmeyin." dedi.

Trabzon'un fethine dair mevcut hatırat ve belgelerden, Fatih'in kenti fethi sırasında Trabzon Rum Devleti ve Ortodokslar için önemli olan bu iki kiliseyi, kente Türk mührünü vurmak üzere camiye dönüştürdüğü bilinmektedir. Bu iki kilisenin dışında, bizzat Fatih Sultan Mehmet tarafından camiye çevrilen herhangi bir kilise bulunmamaktadır.

Bartholomeos daha sonra yakında restore edileceği belirtilen Küçük Ayvasıl Kilisesi'ne (Aziz Anna) gitti. Şu anda metruk bir halde olan Küçük Ayvasıl Kilisesi; Trabzon’un en eski kiliselerinden biridir ve 1923 yılına kadar kilise olarak hizmet vermiştir. Tam yapım tarihi bilinmemekle birlikte girişinde bulunan bir Bizans kabartmasında 884-885 tarihinde İmparator 1.Basileius tarafından onarımı yapıldığı hakkında bilgi vardır. Trabzon’u ziyaret eden Rum/Yunan turistler tarafından, 1923 yılına kadar faal kilise olması nedeniyle özel ilgi noktasıdır.

Bartholomeos ve beraberindekiler bu gezi kapsamında karayolu ile Gümüşhane üzerinden Giresun’a geçerek ilk olarak 18. Asırda inşa edilmiş olan Aya Nikola Kilisesi’ni ziyaret ettiler. Bu ziyaret hakkında Yunan medyasında çıkan çok sayıda haberde Trabzon; “Pontos“ olarak nitelendirildi. Bu kilise; 1924 yılına kadar faaliyette olup nüfus mübadele sonrasında işlevini kapanmış, 1948 ile 1967 arasında hapishane olarak kullanılmıştır. Kültür Bakanlığı tarafından 1982 yılında restore edilerek günümüzde müze olarak kullanılmaktadır.  

Bartholomeos beraberindeki din adamları müzede özellikle Hıristiyan dini objelerini ve müzede bulanan çanları incelemişlerdir. Bartholomeos ve beraberindekilerin Giresun gezisinin ikinci ayağında, Giresun Kale Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi yer aldı.

Şebinkarahisar Kayadibi Köyü’ndeki restorasyonu bu yıl tamamlanan Meryemana Manastırı’nı da ziyaret eden Bartholomeos burada kısa bir ayin yaptı. Bartholomeos çıkışta kendisine ilgi gösteren vatandaşlara buranın tanıtımını yapacağını söyledi. Meryemana Manastırı’nın bir özelliği; Türkiye’de kaya içine inşa edilmiş 2. büyük manastır olmasıdır.

Patrik ve beraberindekiler, Giresun’dan Ordu’ya geçtiler ve 1853 yılında yörede yerleşik Rumlar tarafından yaptırılan ve halen Kültür Merkezi olarak kullanılan Taşbaşı Kilisesi’ni gezdiler. Bartholomeos girişte bulunan ve 100 yıl önce çekilen fotoğraflarını inceledikten sonra kilisenin mimari ve sanat yapısının değişip değişmediğini inceledi.

Patrik Bartholomeos’un Ordu gezisi Düz Mahalle’de 1860 yılında yaptırılan ve bugün tiyatro olarak kullanılan bir başka Rum kilisesini de ziyaret etti. Ordu ziyaretinin ardından heyet yine Giresun'a döndü ve Bulancak İlçesi’nde yapımı sürdürülen Sarayburnu Camisi ile Aya Yorgi Kilisesi kalıntılarını gezdi. Sarayburnu Camisi ve Külliyatı Yapma ve Yaşatma Derneği üyelerinden camiyle ilgili bilgi aldı. Bartholomeos, Sarayburnu Camisi ile ilgili olan ilgisini, yeni inşa edilen bu camiyi görmek olarak ifade etti. Sarayburnu Camisi’nin ardından Şahinyuva Köyü’ndeki Aya Yorgi Kilisesi kalıntılarını da gezdi ve muhtardan köy halkıyla ilgili bilgiler alarak köylülerle hatıra fotoğrafları çektirdi.

Bartholomeos ve beraberindekiler, Sürmene İlçesi'nde camiye dönüştürülen Dirlik Köyü’nde bulunan ve camiye dönüştürülen tarihi Cida Kilisesi’ni de bu gezi kapsamında gezdiler. 120 yıllık bir yapı olan Cida Kilisesi; köylüler tarafından onarılarak ibadete açılmış, daha sonra Trabzon Müftülüğü tarafından da ikinci bir onarım geçirmiştir. Bu camii/kilisenin tabelasına köylüler tarafından hem camii hem de kilise yazılmış olması sebebiyle ilginç bir durumu söz konusudur. 2006 yılında cinayete kurban giden Santa Maria Kilisesi’nin rahibi Andrea Santoro’nun cemaatine, bu tarihi yapıyı mutlaka ziyaret etmelerini tavsiye ettiği de bilinmektedir.

Bartholomeos’a bu Doğu Karadeniz gezisinde; Neapolis Metropoliti Barnabas, Drama Metropoliti Sygkellos Ambrose ve Petros Manastırı'ndan Archimandrit Dionysios refakat ettiler.


6 Şubat 2014 Perşembe

THE BALKANS WHICH MADE FOR A WORLD WAR


The centenary of World War One has arrived and despite pressure from the EU, tensions in the Balkans are still visible. This article will investigate the conditions of 100 years ago with the assumption that WWI was a war over the distribution of the lands of the Ottoman Empire and that the Balkan Wars have triggered the Great War. Anatolia had always been significant for Christian states being the land of mythological gods and the route of St. Paul’s missionary journeys. Imperialist states wanted to take over the geographic position and fertile lands of Turkey, especially the Straits.

This makes Turkey significant among the factors which caused the Balkan Wars and the WWI. Opposition to the Ottoman State lies at the root of alliances and enmities among European nations, Britain foremost and Russia.

The Racconigi Treaty signed between Russia and Italy on the 24th of October 1909 was intended to safeguard mutual interests over the Straits and Tripoli. The agreement laid the way for the Italian occupation of Tripoli, Derne, Tobruq and Benghazi on the 28th of September 1911 under the pretext of protecting the maltreated Italian population. Tripoli, which was the last remaining Ottoman territory in Africa was attractive due to its proximity to Italy. It could also open up Africa to Italian expansion. In the mid-nineteenth century Italy, like Germany, has become a strong state. However, being weaker than other imperialist states, it had to take territory away from weaker states.

Russian diplomat Count Alexander Petrovich Izvolski, who signed the Racconigi Treaty, played an important role in his country’s orientation towards the Balkans. The diplomat had secured a verbal agreement on the 15th of September 1908 in Moravia between Russia and Austria to allow Russian ships to be able to sail through the Turkish Straits. In return Russia would support Austria’s annexation of Bosnia, which took place on the 7th of October 1908. Austria did not provide the support it had promised Russia once it had annexed Bosnia.

Austria’s annexation of Bosnia is the most important factor which upset European balances. This event triggered the Balkan Wars.

A geography which houses so many different nations as the Balkans had witnessed increased nationalism following the French Revolution of 1789. The Ottoman State could not fight in the Tripoli and Benghazi as it was already challenged by rebellions in the Balkans. Therefore it asked great powers to arbitrate faced with Italian invasion. However, once these states declared neutrality, the Ottomans were forced to fight the Italians. There were few Ottoman troops in Tripoli and it was ill prepared due to the uprisings in the Balkans. British neutrality in Egypt severed land connections. The Ottoman navy was inadequate and naval support could not be secured. Nevertheless some staff officers including Mustafa Kemal and Enver made it to Tripoli under difficult conditions. The Italian advance was successfully resisted with limited means and the Italians were challenged by the defence. The Ottoman government also imposed an economic embargo on Italy at the time. However, the Italians then turned towards the Mediterranean and invaded Rhodes and the Twelve Islands on the 17th of May 1912.

The men and equipment transferred from the Balkans to the Italian front weakened the Ottomans in the Balkans. Nationalism and separatism in the Balkans grew.

The Usi Treaty signed on the 18th of October 1912 ended the Ottoman-Italian War. The Italians evacuated Tripoli and Benghazi. Italy returned the Twelve Islands to the Ottomans but agreed to keep them until the end of the newly beginning Balkan War against a possible Greek invasion. Although the sultan would have a representative in Tripoli, the final piece of African land under Ottoman control was thus lost. As a result the Italians de facto settled in the Aegean, North Africa became the scene of Italian nationalism and the balance of power in the Eastern Mediterranean was disrupted.

Another important factor which contributed to the Balkan War was the courage given the rebels by the Tripoli War. It was also influenced by the growing recognition of the weakness of the Ottoman State and its inability to protect its lands. The Balkan War is separated into the First Balkan War and the second.

Serbia, Bulgaria, Greece and Montenegro began the First Balkan War against the Ottoman State on the 8th of October 1912. The competition between The Party of Unity and Progress and the Party of Freedom and Harmony caused political decision making in the Ottoman State to be unhealthy at the time. Despite not being a party to the war, Russia’s role as patron and supporter is very important. The Ottomans had discharged 200 divisions (approximately 75,000 men) just before the start of the war, which caused great hardship in the Balkans. With the Treaty of London signed in May 1913, the First Balkan War came to an end; Crete became a part of Greece, Albania was forced to declare independence under risk of other Balkan states and Macedonia was completely occupied.

The division of last piece of Ottoman land in the Balkans between Greece, Bulgaria and Serbia is called the “Macedonian Issue”. In this division the Aegean Macedonia passed over to Greece, the Pirin Macedonia assed over to Bulgaria and the Vardar Macedonia passed over to Serbia. Despite small changes during WWI, the former borders were recognised at the end of the war.

Following this humiliation, the Ottomans retreated to the border known as the “Midye-Enez line” which left Edirne and Kırklareli out of Ottoman control.

Bulgaria grew stronger out of the war, thanks to the support given by Russia, the patron of Panslavism. This drew the ire of the other countries in the alliance who joined with Romania to fight Bulgaria without attacking the Ottoman State. With the Treaty of Bucharest, which ended this war on the 10th of August 1913, Dobruca became a part of Romania and Kavala became a part of Greece. With weakening Bulgaria moving troops from its eastern front, the Ottoman forces could advance beyond the Midye-Enez line and reclaim its former borders without fighting. Between 1812 and 1918 there have been five agreements called the Treaty of Bucharest. This particular one is the third.

Following the Second Balkan War the Ottoman Empire and the Kingdom of Bulgaria signed the Treaty of Istanbul according to which Edirne, Kırklareli and Dimetoka remained Ottoman while Dedeagac and Kavala became Bulgarian. The Meric River was taken to form the border. On the 14th of November 1913, the Treaty of Athens was signed with Greece and Greece got Crete, Thessaloniki and Yanya. Serbia and Montenegro thus no longer shared a border with the Ottoman Empire.

After the Balkan War, there was unrest among allied European states. The strong position of imperial Britain and France had long been a concern for Germany. Meanwhile, rivalry between Catholics and Protestants was also important. That Prussia should beat Austria and unite Germany made the country the leading industrial and manpower country on the continent. Germans were encouraged by then superpower Britain’s lack of land contact with Continental Europe.

The German Empire which was established on the 18th of January 1871 with the Treaty of Versailles gathered all German principalities except for Austria under it and started establishing colonies from 1884 onwards. By 1914 it had become on par or even more advanced than Britain, France and Russia economically and militarily. The most important political factor in Europe between 1871 and 1914 was rivalry between France and Germany.

In a world which had many reasons for a world war, the eventual trigger was the assassination of Franz Ferdinand, Archduke of Austria-Hungary in Sarajevo on the 28th of June 1914 by Serbian nationalist Gavrilo Princip. With the assassination the sole remaining heir of the Habsburg dynasty was killed and the only factor uniting Austria and Hungary collapsed.

In this process, Austria relied on German support if needed and delivered a diplomatic note to Serbia that was so tough in its terms that no independent state could accept it. Serbia tried to avoid the issue. On the 28th of July 1914 Austria declared on Serbia and besieged Belgrade.

On the 31st of July Russia called general mobilisation. Germany had previously called mobilisation in Russia a casus belli. Germany declared war on Russia on the 1st of August, declared on France on the 3rd of August and attacked Belgium, which had denied it right of passage on the 4th of August 1914. Britain declared war on Germany and the WWI begun.

Among the events leading to the WWI, the weakness of the Ottomans in Tripoli and the Balkans played a major role. These wars have triggered new wars in Germany. The Ottoman State would side with Germany against the Allies in the WWI and the process would eventually lead to the establishment of the Republic of Turkey following the War of Independence. 

4 Şubat 2014 Salı

100. YILINDA BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI VE BALKANLAR


I. Dünya Savaşı’nın 100. yılındayız ve AB baskılasa da Balkanlar’daki gerilimli hat kendini yine belli ediyor. Bu makalede, 1. Dünya Savaşı’nın Osmanlı topraklarının paylaşımı savaşı olduğu ve Balkan Savaşları’nın da büyük savaşı tetiklediği yaklaşımıyla 100 yıl öncesi irdelenecektir. Anadolu; mitolojik tanrıların vatanı, Hıristiyanlık Tarihi açısından ise başta Aziz Pavlus’un misyon yolculuklarının güzergâhı olması sebebiyle dinsel ve coğrafi açıdan Hıristiyan devletlerce daima önemli olmuştu. Dinî açıdan olduğu kadar başta Boğazlar olmak üzere Türkiye’nin coğrafi konumu ve bereketli toprakları ise emperyalist devletlerce ele geçirilmek istenmekteydi.

Bu durum; evvelâ Balkan sonra da 1. Dünya Savaşı’nı yaratan faktörlerde Türkiye’yi de önemli kılar. Başta İngiltere olmak üzere Avrupa ülkeleri ile Rusya’nın bu tarihsel süreçlerde zaman zaman düşman, zaman zaman ise müttefik olmalarının odağında hep Osmanlı karşıtlığı yatar.

24 Ekim 1909’da Rusya ile İtalya’nın yaptığı Racconigi Anlaşması, Boğazlar ve Trablusgarp’da karşılıklı menfaatlerini korumak amacını taşımaktaydı. Anlaşma, İtalya’nın, Trablusgarp ve Bingazi’de yaşayan İtalyanlara kötü muamele yapıldığı bahanesiyle 28 Eylül 1911’de Trablusgarp, Derne, Tobruk ve Bingazi’ye asker çıkarması sürecini de başlatmıştır. Osmanlı Devleti’nin Afrika’da kalan son toprağı olan Trablusgarp, İtalya’ya yakınlığı nedeniyle cazip bir coğrafyaydı. Trablusgarp aynı zamanda zayıf devletlerin yer aldığı Afrika’nın yolunu da İtalya’ya açabilirdi. 19. yüzyılın ortalarında İtalya da Almanya gibi güçlü bir devlet konumuna ulaşmıştı.  Ancak diğer sömürgeci emperyalist devletler kadar güçlü olmadığından zengin kaynakları olan coğrafyaları değil zayıf devletleri hedefine alıyordu.

Rusların Balkanlara yönelmesinde, Racconigi Anlaşması’nın imzalanmasını sağlayan Rus diplomatı Kont Aleksandır Petroviç İzvolski önemli rol oynamıştır. Bu diplomat, Rus gemilerinin Türk boğazlarından geçiş hakkı elde etmesi için Moravya’da (15 Eylül 1908) Avusturya ile sözlü bir anlaşma sağladı. Bu anlaşma, Avusturya’nın Bosna’yı ilhakının (7 Ekim 1908) Rusya tarafından desteklenmesini de içermekteydi. Ancak Avusturya, Bosna’yı ilhak etmesinin ardından Boğazlar’ın açılması için Ruslara söz verdiği desteği sağlamadı.

Avusturya’nın Bosna’yı ilhakı Avrupa’daki dengeleri bozan en önemli faktördür. Bu süreç Balkan Savaşları’nın başlamasını da tetiklemiştir. 

Balkanlar gibi çok sayıda ulusu barındıran bir coğrafyada, 1789 Fransız İhtilali’ni müteakip ulusçuluk faaliyetleri artmıştı. Balkanlar’daki isyanlar sebebiyle zaten zor durumda olan Osmanlı’nın aynı zamanda Trablusgarp ve Bingazi’de savaşma imkânı yoktu. Bu nedenle İtalya’nın işgali karşısında büyük devletlerden savaşı durdurmak için arabuluculuk yapmalarını istedi. Ancak bu devletler tarafsızlıklarını ilân edince Osmanlı Devleti ve İtalya karşı karşıya kaldı. Osmanlı’nın Trablusgarp’ta çok az askeri vardı ve Balkan isyanları nedeniyle hazırlıklarını tamamlayamamıştı. İngiltere’nin ise Mısır’da tarafsızlığını ilân etmesi karadan bağlantının kesilmesine neden oldu. Osmanlı deniz gücü ise yetersizdi ve denizden de destek sağlanamadı. Buna rağmen Mustafa Kemal ve Enver Paşa gibi bazı kurmay subaylar zor koşullar altında Trablusgarp’a ulaştılar. Eldeki imkânlarla İtalyanlar karşısında başarı elde edildi ve İtalya bu savunma ile güç duruma düştü. Osmanlı Hükümeti bu dönemde İtalya’ya ekonomik ambargo da uyguladı. Ama İtalya, bu kez Akdeniz’e yöneldi ve 17 Mayıs 1912’de Rodos ile Oniki Ada’yı işgal etti.

İtalya ile açılan cephelere Balkanlar’dan sevk edilen asker ve teçhizat, Osmanlıyı Balkanlarda zayıf duruma düşürdü; Balkanlar’da tırmanan ulusçuluk ve bağımsızlık faaliyetlerini de arttırdı.

18 Ekim 1912’de imzalanan Uşi Antlaşması ile Osmanlı-İtalya Savaşı sona erdi; Osmanlı, Trablusgarp ve Bingazi’yi boşaltı. İtalya, Oniki Ada’yı Osmanlı Devleti’ne geri verdi ancak başlayan Balkan Savaşı bitene kadar olası Yunan işgaline karşı İtalya’nın elinde geçici olarak kalması kararlaştırıldı. Her ne kadar Trablusgarp’ta Padişah adına bir naip kalması öngörülse de Kuzey Afrika’daki Osmanlıya ait son toprak parçası böylece kaybedilmiş oldu. Bunun sonucunda; İtalyanlar Ege Denizi’ne fiilen yerleşti, Kuzey Afrika’da İtalyan sömürgeciliği başladı ve Doğu Akdeniz’de güçler dengesi bozuldu.

Balkan Savaşı’nın çıkmasındaki önemli bir etken 1911’de Trablusgarp Savaşı’nın başlamasının yarattığı cesarettir. Aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin aczi ve topraklarını koruyamayacağının anlaşılması da etkendir. Balkan Savaşı kendi içinde Birinci ve İkinci Balkan Savaşı olarak ikiye ayrılır.

8 Ekim 1912’de Osmanlı Devleti’ne karşı Sırbistan, Bulgaristan, Yunanistan ve Karadağ, Balkan Savaşı’nı başlattılar. Bu dönemde İttihat ve Terakki ile Hürriyet ve İtilaf partilerinin arasındaki ihtilaflar sağlıklı kararlar alınamamasına neden olmuştur. Savaşta taraf olmasa da Rusya’nın bu süreçteki azmettirici ve destekleyici rolü ise fevkalâde önemlidir. Osmanlı, savaşın başlamasından önce maddi sıkıntılar neticesinde 200 tabur (Yaklaşık 75.000) askeri terhis etmişti ki bu da Balkanlarda çok büyük bir zafiyete neden olmuştur. Mayıs 1913’te Londra’da 1. Balkan Savaşı’nı sonlayan bir anlaşma ile Girit, Yunanistan’ın oldu. Arnavutluk ise diğer Balkan ülkelerini tehlike sayarak bağımsızlığını mecburen ilân etti ve Makedonya da tamamen işgal edildi.

Osmanlı’nın elinde kalan son Balkan topraklarının Yunanistan, Bulgaristan ve Sırbistan arasında paylaşılmasının sonucuna “Makedonya Sorunu” denir. Bu paylaşımda; Ege Makedonyası Yunanistan’a, Pirin Makedonyası Bulgaristan’a, Vardar Makedonyası ise Sırbistan’a kalmıştır. 1. Dünya Savaşı sırasınca bazı ufak çaplı değişiklikler olsa da savaş sonrasında eski sınırlar tanınmıştır.
 
Osmanlı Devleti bu hezimetin ardından Edirne ve Kırklareli’nin dışarıda kaldığı ve “Midye-Enez Hattı” olarak bilinen sınıra çekilmiştir.

Panslavizm’in hamisi olan Rusya’nın verdiği özel destek ile Bulgaristan’ın bu savaştan güçlenerek çıkması diğer ittifak ülkelerinin tepkisine neden oldu ve aralarına Romanya’yı da alarak bu kez Osmanlıyı hedef almadan Bulgaristan’a karşı savaş açtılar. 10 Ağustos 1913’te bu savaşı sona erdiren Bükreş Anlaşması ile Dobruca Romanya’ya, Kavala Yunanistan’a kaldı. Bulgaristan ise Makedonya’dan bir kısım toprak kazandı. Savaş esnasında zayıflayan Bulgaristan’ın Doğu Trakya’daki birliklerini savaşa yönlendirmesi ile Osmanlı, Midye-Enez Hattı’nı geçerek savaşmadan eski sınırına kavuşmuştur. Bükreş Anlaşması adı ile 1812’den 1918’e kadar toplam 5 anlaşma yapılmıştır. 1913’te yapılan Bükreş Anlaşması bu sıralamada üçüncüdür.

2.Balkan Savaşı’nın ardından 29 Eylül 1913’te Osmanlı ile Bulgaristan Krallığı arasında İstanbul Anlaşması imzalanarak Edirne, Kırklareli ve Dimetoka Osmanlı’da, Dedeağaç ve Kavala Bulgaristan’da bırakıldı Meriç Nehri sınır kabul edildi. 14 Kasım 1913’te Yunanistan ile Atina Anlaşması imzalandı ve Girit, Selanik ve Yanya Yunanistan’ın oldu. Sırbistan ve Karadağ’ın ise artık Osmanlı ile sınırı kalmamış oldu.

Balkan Savaşı’nın ardından ittifak devletleri ve diğer Avrupa devletleri arasında hoşnutsuzluk baş gösterdi. İngiltere ve Fransa’nın sömürgecilik vasıtasıyla geldikleri güçlü konum uzun zamandır Almanya’yı tedirgin eder mahiyetteydi. Bu arada Katolik ve Protestanlar arasındaki ihtilaflar da önemlidir. Prusya’nın Avusturya’yı yenerek Alman Birliğini tesis etmesi insan gücü ve sanayi olarak Almanya’yı Avrupa kıtasının lideri konumuna getirdi. Bir Avrupa devleti ve o dönemdeki süper güç konumunda olan İngiltere’nin Kıta Avrupası ile kara yolu bağının olmaması, Almanları cesaretlendiren unsurlar arasındadır.

Versay Antlaşması'yla 18 Ocak 1871 yılında  kurulan Alman İmparatorluğu, Avusturya hariç tüm Alman devletçiklerini bir arada topladı ve 1884 yılından itibaren sömürgeler de kurmaya başladı.  1914’e kadar, İngiltere, Fransa ve Rusya ile ekonomik ve askeri yönden başa baş noktaya, hatta daha ileri bir seviyeye geldi. 1871 ile 1914 arasında Avrupa’daki en önemli siyasi durum Almanya/Fransa düşmanlığıdır.

Bir dünya savaşının başlaması için çok fazla neden olduğu bir tarihte, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Veliahtı Franz Ferdinand’ın Saraybosna’da 28 Haziran 1914’te Sırp Milliyetçisi “Gavrilo Princip” tarafından öldürülmesi I. Dünya Savaşı’nın başlaması için fitili yakmıştır. Zira bu suikast ile Habsbourg Hanedanı'nın tek veliahttı öldürüldü ve iki devleti bir arada tutan tek unsur ortadan kalktı.

Bu süreçte Almanya’nın gerekirse Avusturya’yı destekleyeceği şeklindeki duruşu neticesinde Avusturya, Sırbistan'a bağımsız bir devletin kabul edemeyeceği ağır içerikli bir nota ile 48 saat süre verdi. Sırbistan bu notaya kaçamak yanıtlar verdi. Bunun akabinde Avusturya 28 Temmuz 1914'te Belgrad'ı bombalamaya başladı ve Sırbistan'a savaş ilan etti.

Rusya 31 Temmuz'da bu gelişmenin ardından genel seferberlik ilân etti. Ancak Almanya daha önceden Rusya’nın seferberlik ilân etmesi durumunda bunu savaş ilânı sayacağını açıklamıştı. Almanya 1 Ağustos'ta Rusya'ya, 3 Ağustos'ta da Fransa'ya savaş ilan etti, 4 Ağustos 1914 tarihinde “Zararsız Geçiş Hakkı” talebini reddeden Belçika'ya saldırdı. İngiltere de Almanya'ya savaş açtı ve I. Dünya Savaşı başlamış oldu.

I. Dünya Savaşı’nı hazırlayan etkenler açısından Osmanlı’nın Trablusgarp ve Balkanlar’daki zafiyetinin de rolü büyüktür. Bu savaşlar Avrupa’yı ve yeni savaşları da tetiklemiştir. Osmanlı süreç içinde, 1. Dünya Savaşı’nda “İtilaf Devletleri’ne” karşı “İttifak Devletleri” arasında, Almanya’nın müttefiki olarak yer alacak ve bu süreç 1. Dünya Savaşı’nın ardından “Kurtuluş Savaşı”nın başlaması ve bugünkü Demokratik Türkiye Cumhuriyeti kurulması ile nihayet bulacaktı.

30 Aralık 2013 Pazartesi

YILBAŞI KUTLAMALARI HIRİSTİYAN GELENEĞİ Mİ?



Yazımızın başında çok net bir ifade ile “Yılbaşı kutlamaları bir Hıristiyan geleneği değildir.” diyerek başlamak istiyoruz.

Hıristiyanlık dinî takvimine göre, en önemli iki dinî bayram; “Christmas” (Noel) ve “Paskalya”dır. (Yumurta Bayramı) 

Bunlardan Christmas, 25 Aralık’ta kutlanır ve Hazreti İsa’nın doğum günüdür. “Milât Bayramı” ya da “Kutsal Doğuş” olarak da adlandırılır. Christmas’ın arifesi 24 Aralık’ta başlar ve genelde gece yapılan bir ayin ile bayramın gelişi müjdelenir, ertesi gün ise bayrama esas olan dinî ayin icra edilir.

Bu bayram, Tüm Hıristiyan ülkelerde yılbaşı ile birlikte, uzunca bir tatil dönemini de kapsar ve Yılbaşı tatili ile birleşir. Bizde bazen 9 güne kadar çıkan Kurban Bayramlarını dikkate alırsak, Yılbaşı sadece Christmas’ın devamı ve Dünya’da sene sonuna denk gelen bir tatilden ibarettir. Vurgulamak açısından Hıristiyanlar için önemli olan Christmas’a denk gelen 25 Aralık’tır.

Yılbaşının ve Christmas’ın, ayrı ayrı olarak ne anlam ifade ettiğini analiz etmeden evvel ülkemizde yılbaşı kutlamalarına genelde mütedeyyin bireylerin verdiği tepkiyi, yılbaşlarında birçok insanda alışkanlık haline gelen aşırı alkol tüketimine duyulan tepki ile –belki- açıklamak –belki- mümkün olabilir.

Ülkemizdeki Hıristiyanlar arasında, genelde 25 Aralığı kutlamak için genelde “Mutlu Noeller” denir. Dünya genelindeki ise -İngilizcede olduğu gibi- “Merry Christmas” anlamına denk gelen, kendi dillerindeki kelimeler kullanılır. Bunun karşılığı bizde Mutlu Noeller olarak bilinse de Hıristiyan kaynaklarında Christmas kelimesi ile “İsa Mesih” yani İsa Peygamber tanımlanmaktadır. (Christus, Χριστός, Christ, Cristo) Etimolojik açıdan ise Christmas; Yunanca “Khristos” ve eski Latincede’ki “Messa (Efharistiya)  kelimelerinden türetilmiştir.

Hazreti İsa’nın doğum tarihi, asırlardır Hıristiyanlar arasında tartışmalıdır. Hıristiyanların büyük bölümü, İsa’nın doğuşunu 25 Aralık’ta kutlarken, Gregoryen Ermeniler örneğinde olduğu gibi “Eski Takvim”ciler bunu 6 Ocak’ta kutlarlar.

2007’de ortaya çıkan “Zeitgeist Hareketi” gibi bazı oluşumlar, 25 Aralığın geçmiş asırlarda onlarca başka tanrının, örneğin Mısır Güneş Tanrısı Horus’un da doğum günü olduğu gerçeğinden yola çıkarak bu olayı astrolojik açıdan irdeleyerek konuyu Hıristiyan dinî çevrelerin kabul etmesi imkânsız çok farklı noktalara götürmektedirler. Ancak Milat’tan önceki dönemlerde çok sayıda tanrının doğum tarihi gerçekten 25 Aralık’tır. Bu suretle, Milat’tan çok eski dönemlerde de farklı tanrılar için yılbaşı kutlamaları yapıldığını anlamaktayız.

Bazı tarihçiler bu kutlamaları eski Türklere dayandırmakta ve yılbaşı kutlamalarının Türklerin tek tanrılı döneminden alınmış olduğunu, "Yeniden Doğuş Bayramışeklinde kutlandığını ortaya koymaktadırlar.

Türk Mitolojisindeki inanışa göre; Arzın merkezi sayılan yeryüzünün tam ortasında bir "Akçam Ağacı(Hayat Ağacı) vardır ve bu ağacın dalları, göğün 17. Katında oturan Baş Tanrı “Kayra Han”dan (Oğuzlarda=Krayir, Altayca=Kayrakan) sonra gelen İyiliklerin Tanrısı “Ülgen Han”ın (Ülgön, Moğolcada=Ulgan) sarayına kadar uzanmaktadır. İnanışa göre Ülgen Han Türklerde çok önem arz eden Güneş’i ve dolayısı ile gündüz ve geceyi yönetiyor. Güneşin her gün yeniden doğuşu ise Eski Türklerde “Yeniden Doğum olarak algılanıyor. Eski Türklerde Nar Güneş’tir,Dugan da doğandır. Bu suretle doğan güneşi simgelemektedir ki Güneş de eski inanışlarda en büyük simge ve tapılandır.

22 Aralık’tan sonra gelen ilk dolunayda kutlanan “Nardugan Bayramı”  ile halen devam eden bazı gelenekler de eşleşiyor. Günümüzde de uygulanan bir geleneğe göre Hıristiyanların büyük bir kısmı senenin başladığı anda evinin kapısında nar kırar ve bozuk para atar. Yılın ilk iş gününde işyerini açtığında da bu geleneği tekrarlar.

Nar” zaten İnsanlık Tarihi süresince bereket ve düzeni temsil eden ve incelendiğinde yapısı ve katmanları açısından belki de en enteresan meyvedir. İçindeki tanelerin çokluğu ile bereket, sıra sıra dizilmiş taneler ile de düzen simgelenir. Bu nedenle hem dinî açıdan hem de masonluk gibi ezoterik topluluklarda bereket ve düzen temsili açısından simgeliği kabul edilmiş müstesna bir meyvedir.

(YN: Makedon kökenli Ortodoks bir aileye mensup olmam sebebiyle, dedemden kalan bir alışkanlıkla her sene hem evimde hem de işyerimde nar kırma ve bozuk para saçma geleneğini sürdürüyorum. Bu alışkanlığımın ise dinî bir refleks olarak değil de dedemden bana kalan bir geleneği sürdürmek ve “Bereket ve Bolluk” dileği ile yapmaktayım.)

Yılbaşı; Dünya genelindeki farklı din ve inanışlardaki insanlar arasında, umutla beklenen günlerin sevincini yaşamak adına farklı şekillerde kutlanmaktadır. Bu kutlamanın bir yerine dinî bir inan yerleştirmek herkesin kendi inanında serbest olabileceği düşüncesinden yola çıkarak kişiye özgüdür. Yılbaşının bir Hıristiyan geleneği olmadığını vurgulamak adına yazılmış bu makalemizde de zaten sıkça Hıristiyanlarda önem arz eden tarihin 25 Aralık olduğunu vurguladık.

Eski Türklerde, yeni senenin karşılanması önemli bir olguydu. Hatta bahçelerdeki ağaçlara yiyecek asmak ve bu suretle olmayanlarla paylaşmak geleneği de vardı. Uzakdoğu’da ise geçmişte ve halen her yeni senenin karşılanması için yapılan kutlamaların ne kadar abartılı olduğunu görmekteyiz.

Yılbaşı kutlamaları Hıristiyanlara Türklerden geçmiştir tezinden hadiseye baktığımızda Hunların Avrupa’ya gelişlerinden bu geleneği görerek almış oldukları ve bu geleneğin İsa’nın doğumu ile ilgili değil de “Güneşin Yeniden Doğuşu” ile ilgili olduğu tezini görmekteyiz.

Çam ağacı süslemek ise evvelâ Eski Türklerde olduğu gibi insanlar bahçelerindeki ağaçları süslemişler ve ağaçlara elma nar gibi meyveler asmışlardır. Evin içinde çam ağacı süslemekle ilgili olarak ise bazı kaynaklarda bu geleneğin ilk olarak 1605’te Almanya’da görüldüğü ve oradan Fransa’ya ve diğer batı ülkelerine geçtiği ifade ediliyor.

Zaman içinde 25 Aralık Christmas ile yılbaşı tatilleri birleşti, zamanla buna bir de Christmas’ın ana konusu olan ve İsa’nın doğumu ile hiç alakası olmayan Noel Baba (Santa Claus) efsanesi de eklenince ortaya uzunca bir tatil çıkmış oldu…

Ehli kitap olan ya da olmayan tüm topluluklarda yeni sene sevinçle ve umutla karşılanır. Uzakdoğu gibi Hıristiyan olmayan çok büyük coğrafyaların da bu geleneği uyguladıkları dahi göz önüne alırsak Yılbaşının bir Hıristiyan geleneği olmadığını görebiliriz.

2014’ün ülkemize ve tüm Dünya’ya barış, bereket, mutluluk ve huzur getirmesi dileğiyle…