
Bulgar Ortodoks Kiliseleri ile Rum Patrikhanesi Hakkında Araştırmacılara Katkı Sağlamak Amacıyla Kurulmuştur
22 Mayıs 2019 Çarşamba
KİN KAPISI HİKÂYESİNDEN 200. YIL PROGRAMI ÜRETEN YUNANİSTAN

23 Ağustos 2014 Cumartesi
UKRAYNA’DA KİLİSE SAVAŞLARI

“Ukrayna kilisesi bugün büyük bir kişiyi kaybetti. Başpiskopos Vladimir kiliselerimizin kurucusuydu. Ukrayna’nın içinde bulunduğu bu zor dönemde ona ihtiyacımız vardı. Kendisi mütevazı, seçkin bir adam, bilge bir şahsiyet, hayır sahibi, güçlü bir inancı olan bir Hıristiyan’dı.”
28 Haziran 2012 Perşembe
BOJİDAR ÇİPOF 15 HAZİRAN 2012 HABERTÜRK TV'DE
17 Haziran 2012 Pazar
RUM PATRİKHANESİ ve UKRAYNA, GÜRCİSTAN İLİŞKİLERİ
Moskova Patrikliği ile Fener Rum Patrikhanesi'nin arasında ezeli bir rekabet vardır. Bu rekabet ya da husumet, Bizans’ın Osmanlılara karşı yardım vaadi karşılığında Ortodoksluk ve Katolikliğin tek çatı altında yapılanmasına rıza göstermesinden kaynaklanır. Rusların Bizans’ın dine “ihanet” ettiğine olan inancı, yüzyıllardır süren bir tepki şeklinde hâlâ süregelmektedir. Hatta Moskova İstanbul’un Fethi’nden sonra kendisini 3.Roma saydı. Tarihsel süreçte bu zihniyet; Rusların, Osmanlı’nın başına büyük işler açmasına neden olan, Osmanlı topraklarındaki Ortodoksların hamiliğine soyunmalarına ve “Project Greek” adı altındaki Grek Projesi ile Panslavizm’in destekçisi ve hamisi olmasına da nedendir.
Ortodokslukta, Katolikliklerin Papası gibi tek otorite yok... Bu mezhepteki tüm ülkelerin kiliseleri millidir ve prensipte bağımsızdırlar ve Fener Rum Patrikhanesi’nin başında o esnada bulunan patriğin, (rütbe açısından) diğer patrikhanelerin başındaki patriklerden daha üst bir rütbesi de yoktur. Çünkü Ortodoks Dünyası’nda, Katolik Kilisesindeki Papanın ruhani reisliği örneğinde olduğu gibi tek bir ruhani lidere tabi olma durumu da yoktur. Nitekim Dünya Ortodoksları; Rusya, Ukrayna, Romanya, Sırbistan, Bulgaristan, Makedonya, Arnavutluk, Karadağ ve Yunanistan Patrikhaneleri ya da başpiskoposlukları tarafından yönetilmektedir ve Fener Rum Patrikliği’nin “ekümeniklik” iddiası bir yana “primus inter pares” (eşitler arasında birinci) konumu dahi tartışmalıdır.
Soğuk Savaş döneminin ardından Rusya’nın, eski coğrafyasında (SSCB) bulunan Ortodoks halkların üzerinde Moskova Patrikhanesi’nin etkili olmasını sağlama gayretleri başladı. Zira 200 milyondan fazla Slav-Ortodoks’un (dini açıdan) başı konumunda bulunan Rus Kilisesi üzerinde ABD’nin, Fener Rum Patrikhanesi’ni kullanarak etki/baskı kurma gayretleri de Soğuk Savaş döneminin hemen ardından yoğunlaştı. Rusya’nın kendi patrikhanesini kullanarak ve kiliseye her türlü desteği de vererek güçlendirme çabalarının karşısında, ABD’nin de Rum Patrikhanesi’ne olan ilgisi ve desteği arttı.
Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihi kadar eski olan Rum Patrikhanesi’ne olan ABD desteği, Sovyet Rusya’nın çöküşü ile birlikte ABD’nin adeta bir dış politika hedefi halini aldı. Rus Kilisesi’nin şemsiyesi altında ya da himayesi altında olmayı kabul etmeyen ve Sovyet rejimin çöküşü/bitişinin hemen ardından Rus Patrikhanesi’nin dini hiyerarşisinden kopan, Baltık ülkelerinin kiliseleri ile Ukrayna ve Gürcistan kiliseleri Moskova’dan ayrılmışlardır.
Eski Sovyet coğrafyasında bulunan devletler ile olan siyasi ve ekonomik ilişkiler politik açıdan bu süreçte çok önem kazandı. ABD ile AB’nin bu ülkelerde etkili olmasının getireceği kazanımlardan ötürü, çok fazla siyasi etkenin arasına bu Ortodoks halkların Moskova’nın dini otoritesinden etkilenmemeleri de eklendi.
Geçtiğimiz senenin Eylül ayında İstanbul’da İskenderiye ve Antakya’ patriklerinin yanı sıra tarihi önem açısından bu iki patrikhanenin hemen ardından gelen “Kudüs Patriği” ile başpiskoposlar sıralamasında hayli geride olan “Kıbrıs Başpiskoposu”nun da bulunduğu “beşli” bir toplantı yapıldı.
Patriklerin genel Ortodoks toplantıları dışında böyle bir araya gelmeleri rutin bir davranış değildi ve Atina Başpiskoposu gibi, hem hitap ettiği nüfus sayısı, hem de otoritesi açısından önemli bir konumda olan bir başpiskoposun çağırılmadığı bu toplantıda; Türk düşmanlığı ile bilinen Kıbrıs Başpiskoposu’nun da bulunması ise çok ilginç oldu.
Bu gizemli toplantının ana gündemi; 2011 içinde yapılacak olan genel Ortodoks toplantısı öncesinde, “Rus Patriği”ne karşı alınacak stratejiyi belirlemekti ve bu durum Moskova’yı fevkalade kızdırdı. Bu toplantının maksadının sadece Akdeniz ülkelerindeki gelişmeleri değerlendirmek olduğu şeklinde yapılan açıklamaya karşın, Kıbrıs Başpiskoposu Hrisostomos, toplantının öncesinde; bu toplantıda tüm Ortodoks dünyasını ilgilendiren kararların alınacağını beyan etmesi ise kafalarda çok soru işareti yarattı.
Kıbrıs Rum Kesimi’nin önümüzdeki dönem “AB Dönem Başkanlığı”nı alacak olması ve buna Türkiye’nin gösterdiği tepkileri göz önüne aldığımızda, Kıbrıs Başpiskoposu Hrisostomos’un beyanlarına sıradan bir söylem olarak bakmak mümkün değildir. Geçtiğimiz sene Kıbrıs Rum Kesimi’nde oynanan Apoel-Pınar Karşıyaka basketbol maçında, fanatik Rumlarca takımımız oyuncularına ve yöneticilerine yapılan taşlı sopalı saldırıyı tertipleyen aşırı ırkçı örgüt “Ulusal Halk Cephesi”nin (ELAM) ardında, Kıbrıs Rum Ortodoks Kilisesi Başpiskoposu 2. Hrisostomos’un (Chrysostomos of Kition) bulunduğu, bizzat Rum lider Hristofyas tarafından kendi meclislerinde ifade edilmişti.
Öte yandan, ABD’de kurulu “Order of Saint Andrew The Apostle Archon of The Ecumenical Patriarchate” adlı bir derneğin adı son bir yıl içinde ülkemizde sıkça telaffuz edildi. Kısaca “Archonlar” olarak tanımlanan bu derneğin üyeleri şu anda ABD’de inanılmaz siyasi ve ekonomik güce sahiptirler. Archonlar, Patrikhane’ye “ekümenik” statü verilmesini ve Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılmasını sağlamak için canla başla çalışmaktadırlar. Bu tabloya baktığımızda Fener ile Moskova arasındaki güç savaşının bir ayağının da Türkiye’de olacağı anlaşılmaktadır.
Eski Sovyet rejiminden ayrılan Baltık ülkelerinin Fener ve Moskova iklimindeki pozisyonlarının bu makalemiz açısından şu esnada önemi yoktur. Ancak Ukrayna ve Gürcistan’ın pozisyonlarının, her iki ülke ile olan siyasi ilişkilerimiz ve ekonomik işbirliklerimiz çerçevesindeki pozisyonları bizim açımızdan çok önemlidir ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in iktidara gelmesinden sonra Rusya için daha fazla önem kazanan Avrasya coğrafyasında Ukrayna'nın Batı yanlısı bir politika izlemesi Rusya açısından kabul edilememiştir. Çünkü Ukrayna, 45 milyon nüfusuyla ve kalabalık Ortodoks cemaatiyle, Rusya açısından son derece önemli bir ülkedir. Rusya için, Ukrayna’yı kendi denetiminde tutmanın tek yolu ise artık salt enerji değildir.
İşte bu karmaşık ilişkiler yumağı içinde Ortodoksluk da çok büyük bir koz olarak öne çıkmaktadır. Rum Patriği Bartholomeos, geçtiğimiz yıllarda bu iki ülkeye ziyaretler yapmış ve devlet başkanı gibi karşılanmıştı.
Bu noktada ABD ve AB’nin Ortodokslar üzerindeki bu çalışmalarında en büyük edinimi sağlayan unsur; Sovyet rejiminin çöküşüdür. Eskiden Moskova Patrikliği’ne bağlı olmak durumunda/zorunda olan SSCB’den ayrılmış ülkelerin, doğal bir milli tepkileri olarak hâlâ Moskova’ya dini açıdan bağlı kalmama istekleri anlaşılır tepkilerdir.
Protestan yoğun bir ülke olan ABD’nin ve de Katolik ve Protestan ülkeler topluluğu olarak tanımlayabileceğimiz Avrupa’nın neden Ortodoks Dünyası’na müdahil olduklarını açıklamak ve Rum Patrikhanesi’ne verilen çok üst seviyedeki desteğin perde arkasını anlamak elbette ki çok yönlü bir denklemdir. Fakat bu denklemin en bilinen ayağı Rusya’nın Ortodokslar üzerinde egemen olmamasını sağlamaktır.
Burada dini değil de siyasi boyutları çok yüksek olan bir güç savaşı bulunduğuna da vurgu yapmak isteriz. Bu güç savaşı da ister istemez ABD destekli Fener Rum Patrikhanesi’ni çok önemli bir aktör yapmaktadır. Mecazi anlamda; “Ortodoks Halifeliği” kurmakla eşdeğer olarak nitelendirilebilecek olan Rum Patrikhanesi’nin “Ekümenizm” statüsünün kabul edilmesi, ileriye yönelik olarak topraklarımızda büyük bir güç yaratacaktır.
İstanbul’un Fethi’ni müteakip, Fatih Sultan Mehmet’in o esnada boş olan Rum Patrikliği’ne Yennadios’u tayin etmesi ve ona “Millet Başı” ünvanı ile dini olmaktan öte cismani yetkiler vermesi belki ilk bakışta çok büyük bir “hoşgörü” örneğidir… Fakat tarihsel süreç içinde Osmanlı’nın büyümesi ile birlikte adeta ikinci bir sultanlık da bu topraklarda büyümüş ve ilerleyen asırlarda Osmanlı’nın sonunu getiren ve nihayet 1932’de Yunanistan’ın kurulmasına da neden olan bir dev yaratmıştır.
Cumhuriyetin ilanından sonra Rum Patrikhanesi’nin “Millet Başı” ünvanı ve cismani yetkileri kadük olmuş, Lozan’da varılan sözlü mutabakatlar sonucunda ise Patrikhane sadece Türkiye topraklarında yerleşik Rumların, dini lideri olarak ülkemizde kalmıştır. Görülüyor ki “masum” bir istek ya da dilek şeklinde bize yutturulmaya çalışılan “ekümenizm” statüsü aslında Patrikhane açısından çok büyük edinimlerin sağlanmasına neden olacaktır.
11 Mayıs 2012 Cuma
RUM PATRİKHANESİ ve RUS KİLİSESİ


30 Nisan 2012 Pazartesi
HALİÇ'TEKİ DEMİR KİLİSE’NİN ve BULGAR CEMAATİ’NİN TARİHİ (2.Bölüm)
“Haliç'teki Demir Kilise ve Bulgar Cemaati” başlıklı bu makalemizin ilk kısmı için önceki bölümü de okuyunuz.
Bulgarlar 1870 tarihli Padişah fermanına rağmen Fener Rum Patrikhanesi tarafından millet olarak aforoz edilmişler ancak Bulgar kaynaklarında sıkça rastlandığı üzere, bu “shizma” (Aforoz) işini pek de ciddiye almamışlardır.[1]
Bu durum 1944 yılına kadar devam eder. 9 Eylül 1944’de Bulgaristan’da Sovyet Rusya destekli komünist bir rejim başladı. Bulgaristan Hükümeti dış dünya ile bağlarını tamamen koparmamak, hatta bazı ülkelere sempatik görünmek için Bulgar Ortodoks Kilisesi’ni destekler bir havaya girdi. Amaç kiliseyi devlete bağımlı/kukla bir idare olarak yönetmekti. Bir taraftan Fener Rum Patrikhanesi tarafından aforozlu (Shizmatik) ilan edilen, öte yandan uzun yıllar gerçek anlamda başsız kalan Bulgar Ortodoks Kilisesi politik açıdan kullanılmaya hazırdı.
Ortodoks dünyasının liderliğini ele geçirmek isteyen Rus Patrikhanesi ile Fener Rum Patrikhanesi arasında ezelden beri süre gelen rekabet ile o yılların Avrupa’sını paylaşan siyaset birleşti. Galip devletler siyasi etki alanlarını paylaşırken, Balkanları Sovyet Rusya’ya bırakmışlardı.
Dış ülkeler ile olan ilişkilerinde, bu ülkelere sempatik görünmek Rusya için de çok gerekliydi. Rusya’nın yöneticileri, Bulgaristan gibi komünist idare altındaki diğer ülkelerin ulusal kiliselerini de kendi kiliselerine manevi açıdan bağımlı hale getirmeye çalışıyorlardı.
Ocak 1945’te, Moskova’da bir Ortodoks birliği toplantısı yapıldı. Fener Rum Patrikhanesi temsilcilerinin de katıldığı bu gibi toplantıya sadece Rum Patrikhanesi tarafından “shizmatik” ilan edilmiş, Bulgar Kilisesi temsilcileri katılmadı. Bu toplantıda Rus Patriği’nin, ”Kardeş Bulgaristan Kilisesi’nin de artık Ortodoks birliğine dâhil olması gerekir. Bu yolda her şeyin yapılması gerekmektedir.” fikrini ağırlığını koydu
Sıkışan Rum Patriği; Bulgarların kendisine bir mektup yazarak 5 Mart 1870 tarihli padişah fermanı ile başlayıp 1872 yılında shizma (Aforoz) ile noktalanan ayrılık için özür dilemesini istedi. Rus Patriği tarafından da benimsenen bu çözüm, Bulgar Ortodoks Kilisesi’ne derhal bildirildi. Politik güçler tarafından organize edilen bu gelişmeler sürerken 21 Ocak 1945 tarihinde, Sofya’da acele olarak bir kilise genel kurulu toplandı ve Sofya Metropoliti Stefan Eksarh seçildi. Yine aynı kurulda komünist yöneticilerin dikte ettirdiği “Bulgar Ortodoks Kilisesi Tüzüğü” de onaylandı. Stefan, Eksarh seçilir seçilmez Rum Patrikhanesi’ne aman dileyen uzun bir mektup yazdı.[2]
Bu mektup ile Bulgarların, Osmanlı Devleti’nin de destek ve hoşgörüsü sayesinde elde ettikleri dini özerklik bir kenara atılmaktaydı. Böylece 73 yıldır süregelen anlaşmazlıklar ile karşılıklı olarak birbirlerini reddeden bu iki kilise arasında tekrar bir yakınlaşma oldu. 3 Şubat 1945’de Nevrokopski Boris ve Tırnovski Sofroniy dini lakaplarıyla bilinen iki Bulgar metropoliti, İstanbul’a geldiler ve Şişli’de, içinde Sveti İvan Rilski kilisesinin de bulunduğu Eksarhlık binasına - ki o esnada sadece Eksarhlık Vekilliği - yerleştiler. 5 Şubat 1945’de o esnada İstanbul’da bulunan Bulgaristan uyruklu Arhimandrit (Bir dini rütbe.) Andrey Veliçki ile birlikte Rum Patrikhanesi’ne giderek shizmanın kaldırılması ile ilgili görüşmelere başlanmasını rica ettiler. Şubat ayı içinde yapılan bir kaç görüşme sonucunda shizmanın kaldırılmasına karar verildi.
19 Şubat 1945’da Rum Patrikhanesi ”Tomos” denilen bir belge yayınlayarak Bulgar Kilisesi’ni tanıdığını ve kucakladığını açıkladı. Bu belgede Fener Rum Patriği Benyamin ile beraber Rum Patrikhanesi Sen Sinodu’nu teşkil eden 12 metropolitin imzaları vardır. Rum tarafından verilmiş olup belgede Bulgar tarafının imzası yoktur. Bu hikâyede her iki tarafın müştereken imzalandığı bilinen tek belge; daha sonra bir anlaşmaya çevrilmemiş olan 19 Şubat 1945 tarihli ve tam olarak ne olduğu anlaşılamayan protokoldür. Bahsi geçen protokolün aslı bulunamamıştır ve “Tomos” denilen dini belgenin de aslı ortada yoktur.
1966 yılında ilk Bulgar Patriği olarak görevde bulunan Kiril bu konu üzerine özel bir çalışma yaparak bir gizli rapor hazırlamış ve Bulgar Kilisesi’nin üst düzey yöneticilerine dağıtmıştır. Elinde kilisenin tüm imkânlarını kullanmak, arşivini istediği gibi inceleme olanaklarına sahip olan Bulgar Patriği Kiril dahi bu anlaşmanın ya da protokolün aslını bulamamıştır. Rapordan bazı alıntılar şöyledir:
“(...) Maalesef Bulgar Sen Sinodu’nun arşivinde shizmanın kalkması için karma komisyonun bir protokolü bulunamamıştır. (Not: Bu kısmın altı çizilidir.) Bunun için İstanbul’daki Eksarhlık Vekilliği’nin geleceği hakkında bizi aydınlatacak bir bilgiye sahip olamadık. (...) Çünkü patrikhanenin kabul etmemesine rağmen, İstanbul’da Eksarhlık Vekilliği vardı ve varlığı Türk makamlarının hoş görüşü ile kabul edilmiştir.
Bulgar Patriği Kiril 9 Nisan 1966”[3]
5 Şubat 1945’de Fener Rum Patrikhanesi’nin içinde bulunan Aya Yorgi Kilisesi’nde; Bulgar, Yugoslav, Yunanistan, Sovyet Rusya, Polonya ve İngiliz başkonsoloslarının da bulunduğu bir ayin yapılarak aforozun kaldırılması için dua edildi. Fener Rum Patriği Benyamin aynı gün; “Bulgaristan Eksarhı ve Sofya Metropoliti Stefan’a” diye başlayan bir telgrafla yapılan töreni ve kutsamayı haber vererek kendisini tebrik etti. Bulgar Eksarhı Stefan da 28 Şubat 1945 tarihli bir telgrafla Rum Patriği’ne teşekkür etti. Bu olaya politikanın karışmış ve kilisenin bu işe alet olduğunun bir başka delili de; Bulgar Devleti’nin, Rum Patrikhanesi’ne teşekkürde dini otoriteden daha önce davranması ve 23 Şubat 1945 tarihinde Bulgar Dışişleri ve Dinişlerinden Sorumlu Bakan Stoyanof imzası ile Fener Rum Patriği’ne hitaben şöyle bir telgraf çekti:[4]
“Bulgar Hükümeti adına çok mutluyum. Bu nedenle şahsınıza, büyük tatminimizi ve teşekkürlerimizi sunuyorum.”
İstanbul’daki Bulgar Kiliselerinin de ruhani yönden, Fener Rum Patrikhanesi’ne bağlanmış gösterilmesi üzerine, Bulgar heyetinde olup İstanbul’da yaşayan (Bulgar uyruklu) Arhimandrit Andrey Veliçki’nin görevine devletçe son verdirilmiş ve 6 Aralık 1945’te ülkeyi terk etmesi istenmiştir. Shizmanın kalkması ile birlikte İstanbul Bulgar Ortodoks Kiliseleri ile Rum Patrikhanesi arasında ciddi problemler yaşanmaya başlandı.
Rum Patrikhanesi, Şubat ayından itibaren Bulgar Kiliselerinde kullanılan dini belgelerin Rumca olarak verilmelerini talep etti. O zaman Bulgar Ortodoks Kiliseleri’nde ruhani olan Protoirey (Dini bir rütbe) Yoakim Mustref ile Rum Patrikhanesi arasında zorlu bir mücadele başladı. Mustref 21 Mart 1946 tarihinde, Bulgar Eksarhı Stefan’a bir mektup yazarak durum hakkında bilgi verdi ve dini belgeler ile ilgili sıkıntıları dile getirdi. (Bulgar Eksarhlık Vekilliği’nin 21 Mart 1946 tarihli mektubu. Sureti Bojidar Çipof arşivindedir.) Mustref, 18 Eylül 1946’da, Ankara’daki Bulgar Büyükelçisine de bir mektup yazarak patrikhanenin hiçbir dayanağı olmayan istekleri için destek istedi. Büyükelçi Angelof, Mustref’e bir cevap vererek şu ifadeyi kullandı:
“(...) gayet basit olarak onlara hiç önem vermeyiniz ve belgelerinizi şimdiye kadar yapmış olduğunuz gibi Bulgarca vermeye devam ediniz. Elçiliğimize, Bulgar Eksarhı’nın bu konu ile ilgili yazınıza verdiği cevabın bir nüshasını acele yollayınız. Ankara 24 Eylül 1946 Büyükelçi V. Angelof” [5]
Protokolün yapılış tarihinde hasta olduğu ya da başka bir gerekçeyle bu delegasyona iştirak etmeyen Bulgar Eksarhı Stefan protokolden 10 ay sonra İstanbul’a gelerek, Rum Patriği ile görüştü. Bu konuda Cumhuriyet Gazetesi’nde şu haber çıktı:
“Patrikhane ile Bulgar Kilisesi dün barıştılar. Şehrimize gelen Bulgar Eksarhı Patriğin elini öptü ve ona hediyeler verdi.” [6]
İlk başta politikanın oyuncağı olan Eksarh Stefan daha sonraki yıllarda komünistlerle anlaşmazlığa düştü ve 1948’de istifasını verdi. Bu istifayı verdikten hemen sonra Paisiy Vraçanski ve Kiril Plovdiski adındaki iki metropolit tarafından oyuna getirildiğini anladı ve istifayı geri almak için geri döndü. Fakat bu iki metropolit istifasının yürürlüğe konduğunu, kasaya kaldırıldığını ve bunun gibi mazeretlerle kendisini geri çevirerek isteğini yerine getirmediler. Eksarh Stefan daha sonra Bane Karlovsko Köyü’nde komünistlerce gözaltına alındı ve hayatının sonuna kadar orada bir evde yaşadı.[7]
Metropolit Kiril uysal biri olduğu için devletin de desteğiyle Sen Sinod Vekili oldu. Komünistler; 1950 yılı sonunda bir “Kilise Nizamnamesi” hazırlayarak bunu Bulgar Sen Sinodu’na kabul edilmesi için yolladılar. Tabi ki Bulgar Sen Sinod’u da bu nizamnameyi hemen kabul etti. Aslında kilise yasalarına (kanonlar) göre bu antikanonik bir hareket oldu. Çünkü bu gibi bir nizamnamenin kabul edilebilmesi için geniş katılımlı bir ”Ulusal Kilise Toplantısı” yapılması ve nizamnamenin bu toplantıda hazırlanması gerekirdi.
8 ila 10 Mayıs 1953 tarihinde yapılan “Ulusal Kilise Toplantısı” ile Bulgar Eksarhlığı’nın artık Bulgar Patrikhanesi’ne dönüştürülmesi kararı alındı. 11 Mayıs 1953’de Sen Sinod Vekili Metropolit Kiril de ilk Bulgar Patriği olarak seçildi. Patriklik törenine tüm kiliseler davet edildi. Rum Patrikhanesi bu törene katılmadı. 8 yıl sonra, 1961’de bir mektup yollayarak Bulgar Patrikhanesi’ni tanıdığını beyan etti.
Bu dönemin en önemli olayı; protokolün yapılmasıyla birlikte ortaya çıkan “Dini Belgeler” krizidir ve Rum Patrikhanesi’nin derhal Türkiye’deki Bulgar Ortodoksları asimile etmeye kalkışmasıdır. 1994 yılında da tekrar hortlayacak olan bu dini belgeler sorunu; bir yandan Bulgar Cemaati’ni ruhani ve idari açıdan, Rum Patrikhanesi’ne bağlamak, diğer yandan ise (o zaman) dini belgelerden bir kazanç elde etmek olarak; iki farklı açıdan ele alınmalıdır.
1994’te yapılanlar; hadisenin kazanç yönüyle değil, ruhani bağımlılığın yanı sıra hiyerarşik olarak da Rum Patrikhanesi’nin üstünlüğünün Bulgarlarca tescil edilmesi ve Patrikhane’nin, Türkiye’de tescil ettirmeye çalıştığı sözde “Ekümenik” vasfının Bulgarları kullanarak “de facto” bir durum yaratılmak istenmesidir.
10 Kasım 1989 tarihinde, Bulgaristan’da iktidardaki Todor Jifkov yönetimi kansız bir darbe ile indirildi ve “Büyük Demokrasi Dönemi” diye adlandırılan süreç başladı. Birdenbire ortaya çıkan büyük sermayeler; eski idareciler, mafya mensupları ve gizli servis elemanlarının elinde toplandı. Sonuçta ülkede gelir dağılımı bozuldu, işsizlik, pahalılık ve özellikle suç işleme oranı arttı. Bulgar Kilisesi açısından da bu gelişmeler, pek olumlu sonuçlar vermedi. Komünist Parti zamanında kurulan Diyanet İşler Müdürlüğü; Bulgar Kilisesi’ni uluslararası platformda saygınlık kazanmak için günümüzde de olduğu gibi kullanmaya kalktı.
1990 yılında yapılan, “Ulusal Yuvarlak Masa Toplantısı”nda Bulgar Patriği Maksim; Komünist yönetimin adamı olmak, Eski ve Yeni Ahid’i dahi tam olarak okumamış olmak ve en önemlisi yasal bir şekilde seçilmemiş -komünistler tarafından bu göreve getirilmiş- olmakla ve daha buna benzer birçok şeyle itham edildi.
Gelişen olaylarda bütün yüksek rütbeli din adamları şeytandan daha kara gösterildiler. Eski din adamlarının itibarları aşırı zedelenmiş olduğundan, yeni bir Sen Sinod’un ve patriğin seçilmesi için kilise ve halkın iştirak ettiği bir konsilin toplanması gerekirdi fakat bu da yapılmadı. İşler sürünceme kaldı ve Bulgar Kilisesi saygınlığını günden güne yitirdi.
S.D.S partisinin başkanı olan Filip Dimitrov’un iktidarında, o dönem milletvekili olan Hristofor Zıbev sahneye çıktı ve parlamentodaki “Diyanet İşleri Komisyonu”nun başına geçti. Kendisini Mesih de ilan eden Zıbev, kısa sürede birçok taraftar topladı. Diyanet İşleri Başkanlığına da yaşlı bir avukat olan Metodi Spasov tayin edildi. Metodi Spasov için Hristofor Zıbev’in adamı olduğu iddiaları ortaya atıldı. Bu arada, Zıbev yasal olmayan (Dini kanonlara göre) bir şekilde “Arhiepiskop” dini rütbesini aldı. Yeni idare tarafından uygun görünmeyen bazı metropolitler, Metodi Spasov’un idaresindeki Diyanet İşleri Müdürlüğü tarafından azledildiler. Patrik Maksim tarafında olanlar, bu gelişmeleri kilisenin otonomisine tecavüz olarak nitelendirdiler.
30 Mayıs 1992 günü Metodi Spasov, komünist ajanı olduğu gerekçesiyle, Patrik Maksim’in azli için emir verdi. Yine aynı emirle yeni bir Sen Sinod tayin etti ve bu ikinci Sen Sinod’un başına da başkan vekili olarak Metropolit Dimon’u getirdi.
Zıbev; 1 Haziran 1992 günü sabahın erken saatlerinde taraftarları ve fedaileri ile birlikte Sen Sinod merkezini işgal etti. Patrik Maksim, ruhbanlar ve sivil memurların binaya girmelerini kaba kuvvet kullanılarak önlendi. Korumalarla çıkan çatışma sonunda içeri giremeyen Patrik Maksim ve diğerleri, Sofya Metropolitliği’ne çekildiler ve uzun bir süre orayı Patrikhane merkezi olarak kullandılar. İşin garibi Bulgar Devleti bu işgalcilere, kapısında korumalar bekleyen ikinci Sen Sinod’a hiçbir müdahalede bulunmadı.
Bu arada, SDS hükümeti yetkiler vaat ederek, Nevrokop Metropoliti Pimen, Vratza Metropoliti Kalinik, Stara Zagora Metropoliti Pankratiy, Episkopos Antoniy ve Episkopos Galaktion ile anlaştı. Bu ruhaniler, Nevrokop Metropoliti Pimen başkanlığında yeni bir sinod kurdular ve kısa bir zaman içinde yeni metropolitler seçtiler ve atadılar. Bu suretle Bulgaristan’daki metropolitlik bölgelerinde, Maksim’e bağlı olanlar ve Pimen’e bağlı olanlar olarak iki ayrı metropolit ortaya çıktı. Bazı bölgelerde din adamlarına yakışmayacak hadiseler oldu. Metropolitlik binalarına, kiliselere, manastırlara kapıları kırılarak girildi, binalar yağmalandı. Bir diğer tarafı içeri sokmak istemeyen ruhaniler dövüldü.
Bir süre sonra Pimen’in Sinodu’ndan Antoniy ve Galaktion af dilediler ve Patrik Maksim’e tekrar katıldılar. Patrik Maksim’den yazılı olarak af dilemek isteyen bazıları ise, tehdit edildi ve vazgeçirildi.
Tam iki yıl Sen Sinod binası, Pimen taraflarının elinde kaldı. Patrik Maksim’in itirazları sonuçsuz kaldı. Bir tarafta yasal Sen Sinod’un başı olduğunu iddia eden Maksim; diğer tarafta “Maksim komünist ajanıdır. O ve tarafları tayin ile gelmişlerdir. Biz gerçek Sen Sinoduz.” diyen Pimen taraftarları kavgalarını sürdürürken Bulgaristan Devleti hadiselere sadece seyirci kaldı. Belki dini konulara karışmak istemedi, belki işine geldiği için karışmadı. Ancak, bu olanlar, Fener Rum Patrikhanesi’nin işine yaradı. Bütün bunlar, demokratik değişimler yaptığını ilan eden, Avrupa Birliği’ne aday bir ülkede cereyan etmekteydi.
1 Haziran 1994 tarihinde Metropolit Neofit kalabalık bir fedai gurubuyla ve karşı tarafı şaşırtarak Sen Sinod binasına girdi ve binayı tekrar ele geçirdi. Böylece eski Sen Sinod ve Patrik Maksim, binaya yeniden yerleşebildiler.
4 Temmuz 1996 tarihinde, tarihte örneği görülmemiş bir uygulamayla; Bulgaristan’da, isyancı taraf olarak bilinen Metropolit Pimen ikinci Patrik seçildi. Yasal patrik olarak bilinen Maksim ve Sen Sinodu, bu seçimin yapılmaması için devlete baskı yaptılar fakat engelleyemediler. Kilise konsülü yapılırken Metropolit Pimen’e, Kiev Patriği Filaret, Makedonya Kilisesi’nden bir teolog da katılarak destek verdiler. Bu arada eski başbakan Filip Dimitrov ile Başsavcı İvan Tataçev de bu toplantılara katıldılar. Bu iki kişi için, Maksim taraftarları; ”Kilisenin parçalanmasına sebep olanlar.” demektedirler ve dış kaynaklarca desteklendikleri iddia edilmektedir.
Bu konsülde yeni bir kilise tüzüğü de kabul edilmedi. Maksim taraftarları buna karşı grubun fikir adamlarının (İdeologları) zayıf olmasını gerekçe gösterdiler. Bu kişiler Prof. Radko Poptodorof ve Papaz Anatoliy Balaçef’tir. Eski isyancılardan Metropolit Kalinik’in konsüle iştirak etmemesi ise dikkat çeken bir durumdur. 91 yaşındaki Pimen, Bulgaristan’a ikinci patrik oldu. Başsavcı İvan Tataçev de Pimen’i tescil edeceğini ve yasal olduğunu savundu.
İkinci Patrik Pimen vefat etmiştir. İkinci Bulgar Sen Sinod’u; varlığını, Metropolit İnokentiy’in Sen Sinod vekilliğinde halen sürdürmektedir. Bulgaristan’da şu anda iki başlı kilise vardır ve daha uzun süre bu ayrılığın devam edeceği sanılmaktadır. Bulgaristan’da vuku bulan bu hadiseler; tarihte sayısız örneklerine tanık olduğumuz, dinin, din adamları tarafından istismar edilmesine çarpıcı bir örnektir ve Bulgar Kilisesi içindeki karmaşa halen devam etmektedir.[8]
[1] Bulgaristan’da yayınlanan Novvek (Yeni Asır) Gazetesi’nde 20 Mayıs 1901’de bu hususta çıkan bir haber şöyledir: “Aforozlu olalım veya olmayalım biz böyle iyiyiz. (...) Fener papazları bizi cennete götüremeyeceği gibi Rum Patriğinin aforozu da bizi cehenneme göndermez.” 1901’de aforoz (shizma) devam etmekteydi
[2] Bulgar Patrikhanesi Arşivi, Tarih: 21 Ocak 1945, protokol no: 360, Ortodoksia Dergisi 1945 Şubat Özel Protokol Sayısı, s. 54-55-56-57 Bahsi geçen mektupta 21 Ocakta toplanan kurul ve kurulda alınan kararlar hakkında da ayrıntılı bilgi verilmektedir.
[3] Bulgar Patrikhanesi Arşivi, Bulgar Patriği Kiril’in 9 Nisan 1966 tarihli gizli raporu. Mikrofilmi Bojidar Çipof arşivinde mevcuttur.
[4] Ortodoksia Dergisi 1945 Şubat Özel Protokol Sayısı, s. 81
[5] Bulgar Büyükelçisi’nin 24 Eylül 1946 tarih ve 923 sayılı mektubu. Orijinali Bojidar Çipof arşivindedir.
[6] Cumhuriyet 26 Ekim 1945
[7] Bu kısım, Bulgar Patrikhanesi Arşivi Müdürü Dr. Hristo Temelski’nin, Eksarh Stefan ile ilgili olarak Bojidar Çipof’a hazırladığı çalışmadan derlenmiştir.
[8] Halen İki Başlı Olan Bulgar Patrikhanesi’ndeki İhtilafların Kronolojisi ve İki Başlı Kiliseye İki Patrik bölümleri; çeşitli Bulgar gazetelerinden derlenmiştir. Gazetelerin çokluğu nedeniyle burada tek tek ad ve tarihleri zikredilmemiştir.