yunanistan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yunanistan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Mayıs 2019 Çarşamba

KİN KAPISI HİKÂYESİNDEN 200. YIL PROGRAMI ÜRETEN YUNANİSTAN


“Yunanistan, 1821’in 200. yılını Türkiye aleyhine bir algı operasyonuna çevirme girişimlerini başlattı. 1821’de Mora İsyanı’yla eş güdümlü şekilde devleti yıkmayı hedefleyen hareketliliği yönlendirdiği gerekçesiyle Patrik 5. Grigorios bugün Kin Kapısı adı verilen yerde asılmıştı. Bir Türk hükümdar asılana dek kapalı tutulacağı açıklanan ve kapalı tutulan Kin Kapısı, Fener Rum Patrikhanesi’nin ana giriş kapısıdır.„




1994 yılında, Yunanistan Parlamentosu tarafından 19 Mayıs 1919 tarihi “Pontus Soykırımının Anma Günü” olan bir yasa kabul edildi ve 8 Mart 1994 tarihli Yunanistan Resmi Gazetesi’nde yayınlandı. Bu bağlamda 19 Mayıs 1919’un Türkiye açısından çok önemli olan 100. yılını Yunanlılar sözde Pontus soykırımı olarak törenler ve etkinliklerle andılar.
Bu hususta Yunan siyasilerden gelen maksadını aşan mesajlara 20 Mayıs’ta Dışişleri Bakanlığı’mız tarafından şu karşılık verilmiştir:
Bu anlamlı günümüzü gölgelemeye yeltenen Yunanistan'daki bazı radikal grupların, tarihimize yönelik hayal ürünü iddialarını, Türkiye'ye yönelik nefreti körüklemeyi hedefleyen etkinliklerini ve Yunanistan'daki bazı siyasetçilerin iç politika saikleriyle tarihi olguları çarpıtan açıklamalarını kabul etmek mümkün değildir.
Sözde “Pontos Soykırım”ı safsataları süredururken şimdi de 1821’in 200. yılını Türkiye aleyhine bir algı operasyonuna çevirme faaliyeti başlatıldı. Burada 1821 yılı ile özdeşleşen Rum Patrikhanesi’nin “Kin Kapısı” olarak tanımlanan kapalı olan ana giriş kapısı ve 1821’deki gelişmeleri, tarihi süreci değerlendireceğiz.

MEGALİ İDEA (BÜYÜK YUNAN ÜLKÜSÜ)
Yunanistan’ın ana doktrini “Megali İdea”dır. Megali İdea, bir gün İstanbul’un mutlaka tekrar Helenlerin merkezi olacağına inanılan bir ütopyadır.
Yunanistan Anayasası’ndaki 3. Madde; başka bir ülkede örneği bulunmayan bir maddedir ve özetle şöyledir: “Yunanistan’ın resmi dini Ortodoksluktur, dinin başı Konstantinopolis’tedir (İstanbul)”
İstanbul için Yunan Anayasası’nda “Konstantinopolis” denmiştir. Anayasası için “Başka bir ülkede örneği” bulunmayan cümlemizden kastettiğimiz işte budur! Komşu bir ülkenin, bir şehrinden, İstanbul’dan bahsedilmesi ve bu bahiste de Bizans dönemindeki adı ile anayasalarında yer almasıdır.
Fransız İhtilali’ni müteakiben, Avrupa’da Yunan hayranlığı ve “Yunancılık” akımı başladı. Bunun tohumlarını atan Yunanlı ozan, şair ve militan “Rigas Ferreos” oldu. Bu kişi “Megali İdea”nın kurucusu ve hamisidir. Rigas Ferreos, 1879 Fransız İhtilali’nin ardından Avrupa’da başlayan milliyetçilik akımları sürecinde, Bizans hanedanından bir torunu kullanarak Avrupa soyluları arasında kendine yer bulmuştu. Bu militan şair; Avrupa’da Yunan hayranlığını çok güzel kullanarak kendine önemli yandaşlar buldu. Bu yandaşların en önemlisi ise Ferreos’tan fevkalade etkilenen ve tanışmalarının ardından Yunanlılara methiyeler içeren, lirik şiirleriyle tanınan “Lord Bayron”dur. 
Rigas Ferreos belki yaşamında bu idealinde muvaffak olamamış fakat Türklük aleyhinde Avrupa’da ortaya çıkmakta olan “Yunanlılık” hareketine çok büyük bir ivme kazandırmıştır. 1757 yılında Filistin'de doğmuş, zengin bir maceraperest olan Rigas, 25 yaşlarında İstanbul’a da gelmiş ve Fener’deki güçlü Rum ailelerinden devlete ihanet ettikten sonra Rusya'ya kaçan Konstantin İpsilantis’in oğlu Aleksander İpsilanti’nin genel sekreteri olmuştu. Aleksander İpsilanti, daha sonra babası gibi Türkiye’den kaçacak ve Osmanlı’yı yıkmak idealini gerçekleştirmek amacıyla Rus Ordusu’nda general olacaktır.
Rigas’ın attığı bu tohumlar meyvelerini kısa sürede verdi ve Yunan yandaşı Avrupalı soylulardan destek gören çeşitli örgütler ortaya çıktı. Bu örgütlerin en önemlisi ise 16 Ocak 1814’de Rus Çarı’nın, Odesa kentindeki yazlık sarayında toplanarak kurulan ve “Paramasonik” bir kuruluş olan “Filiki Eterya”dır. Megali İdea’ya göre Filiki Eterya; en kısa zamanda askeri örgütlenmesini de tamamlayarak merkezi İstanbul olacak şekilde “Büyük Yunanistan”ın kurulması için bir ihtilal hazırlığına ve Patrikhane’de silah ve isyan esnasında karışıklık yaratmak maksadıyla sahte Yeniçeri elbiseleri stoklamaya başladılar.
Bu gizli cemiyetin kurucuları: Patnoz'lu Manuel Ksantos, Yanyalı Athanasios Çakalos ve Nardan'lı Nikolaos Skuphas’tır. Bu üç kişi aynı zamanda Masondular ve Filiki Eterya’nın kuruluşunda “masonik” örgütlenme biçiminden faydalanmışlardır. Yani hücre yöntemiyle yapılanarak, bir hücrenin olası yakalanmasından diğer hücrelerin etkilenmemesini amaçlamışlardı.
Bu gizli derneğin ilk toplantılarının Çar'ın yazlık konutunda gerçekleşmesi ve Rus ordusunda General Aleksander İpsilantis (Alexandros Hypsilantis) ile Rus diplomatı olarak Çarın emrinde bulunan bir başka kaçak Yunanlı olan Kont Kapodistria’nın (Yoannis Kapodistrias) bu ihanetin başında bulunmaları ise Rumlar arasında büyük heyecan yaratmıştı.
Bu süreç; 1821’de Rum Patriğin bugün adı “Kin Kapısı” olarak bilinen yerde asılmasına kadar giden sürecin başlangıcıdır.
2 Şubat 1821’de Mora İsyanı başlayınca bir yandan da Patrikhane’de gizli faaliyetler başladı. Bu durumun istihbaratını alan Sultan 2. Mahmut, Sadrazam (Benderli) Ali Paşa’yı bu konuyu araştırmaya ve gereken tedbirleri almak üzere görevlendirdi. Sadrazam Ali Paşa derhal Patrikhaneye bir baskın düzenledi ve aramalar esnasında bu istihbaratın gerçekliği ortaya çıktı. Rum Patrikhanesi’nin örgütün silah deposu halini aldığı, ele geçirilen çok sayıda silah ve sahte yeniçeri giysisi ile ortaya çıktı.
10 Nisan 1821’de, Patrik 5. Grigori­os tutuklandı ve bugün Patrikhane’deki “Kin Kapısı” olarak anılan yerde asıldı, Sultan 2. Mahmut ile Sadrazam (Benderli) Ali Paşa kapıya gittiler kadavrasını gördüler ve bir Yahudi topluluğuna kadavrayı sokaklarda sürükleyerek denize atma emrini verdiler.
Bu olaydan sonra “Kin Kapısı” Rumlar ve Yunanlılarca sembolleştirildi ve o meşhur fetva verildi: “Bir Osmanlı Padişahı ya da bir Osmanlı veliahdı ya da bir Osmanlı şeyhülislamı burada (kapıda)asılmadıkça açılmasın…
Kin Kapısı ile ilgili özel bir ritüelin bulunduğu ve yeni bir patriğin göreve geldiği gece bu kapının arkasında bu özel ritüele göre bir ayin yapıldığı Yunan tarih kaynaklarında bulunuyor. Günümüzde, Rum Patrikhanesi’ne gelen tüm ziyaretçiler, devlet adamları, diplomatlar yan kapıdan içeri alınırlar. Bu kapının açılması yönünde geçmişte Türkiye tarafından yapılan talepler ise daima nazikçe reddedilmiş ya da savuşturulmuştur.
(Patriğin asılış tarihi ile ilgili olarak bazı Türk tarih kaynaklarında 21 ya da 22 Nisan tarihi verilmektedir. Ancak Patrikhane tarafından her sene yapılan anma ritüelinin tarihi 10 Nisan’dır)
1994 yılından itibaren takip ettiğimiz Patrikhane konusunda; Kin Kapısı ile ilgili basına düşmüş elimizde sadece bir örnek var! Ocak 2011’de Kıbrıs Rum Ortodoks Kilisesi Başpiskoposu Hrisostomos ve beraberindeki papazlar kin kapısının ardında fotoğraf çektirip bunu Kıbrıs basınında kullanmışlardı.
Her sene 10 Nisan’da Patrik ve birkaç üst rütbeli papaz tarafından gerçekleştirilen asılan patriğin anma ritüeli belki de kamuoyunda bir hassasiyet yaratmamak adına afişe edilmezdi!
Bu sene ise bu durum farklı bir şekilde lanse edilmekte!
10 Nisan’da “Kin Kapısı”nda yapılan ayin ile ilgili olarak evvelâ Yunan sosyal medyalarında bazı haberler yer aldı. Hemen ardından ise Patrikhane ile ilgili yayın yapan Yunan dinî haber portallarında aşağıdaki haber verilmeye başlandı. Aynı kaynaktan servis edildiği metinden anlaşılan bu haber ve birkaç adet fotoğraf bahsi geçen sitelerde şu şekilde çıktı: “Her yıl olduğu gibi bu sene de 10 Nisan 2019 Çarşamba sabahı, Ekümenik Patrik Bartholomeos, selefi 5. Grigori­os'un asıldığı yerde onun anısına mum yaktı, dua etti ve çiçek bıraktı.  Patrik Bartholomeos bu kutsal yerde, derin bir sessizlik içinde, İsa Mesih'in kilisesinin ve tüm inananlarının korunması ve cemaatinin ruhsal gelişimi için dua etti.”
İçeriği kısa olan haberdeki “Her yıl olduğu gibi bu sene de 10 Nisan”da şeklindeki ifade fevkalade önemlidir.
26 Nisan’da ise Yunanistan Yeni Demokrasi Partisi Başkanı Kyriakos Mitsotakis, eşi ve kızı ile birlikte İstanbul’da Rum Patrikhanesi ve Ruhban Okulu’nu ziyaret etti. Çıkan haberlerde, Mitsotakis ve ailesinin kin kapısı arkasında asılan Patrik Grigorius için dua ve meditasyon yaptıkları ve eşi Daphne Mitsotakis’in de bir çelenk bıraktıkları fotoğrafları ile birlikte yer aldı.
Bu kadar sene sessiz sedasız gerçekleştirilen anma töreninin birden bire medyada afişe edilmesinin ardından Yunanistan’dan bu konuda önemli bir bilgi geldi!
Yunanistan Kilisesi Sen Sinodu’nun 7 Mart 2019 tarihli toplantısında aldığı bir karara göre 2021 yılında 1821’de Patrikhane’nin kapısında asılan patrik ve ardından kapatılan ve bugün adı Kin Kapısı olarak bilinen tarihi olayın 100. yılında etkinlikler yapılması için bir karar alınmış. Bahsi geçen tarihin ulusal yas ilan edilmesi için de bir adım atılmış, alınan karar ise kamuoyuna hemen açıklanmamış. 6 Mayıs 2019’da öğle saatleri civarında ise Yunan sosyal medya unsurlarında bu toplantı ve alınan kararlarla ilgili paylaşımlar başladı.
Verilen bilgilere istinaden; 9 Mayıs 2019 Perşembe 10.30-13.30 saatleri arasında Yunanistan Sen Sinod binasında tüm üst düzey Yunanlı din adamlarının, metropolitlerin katılması istendi. Din adamlarının yapılması planlanan program dâhilinde belirli bir etkinliğe katılmaları da istendi. Bu hususta teklifler ve önerilerin yazılı olarak sunulması, bu suretle ise Yunanistan Sen Sinod’u tarafından uygun görülen tekliflere onay verileceği, nihai onaydan sonra bu etkinlikte yer alınmasının şerefli bir görev olacağı vurgulandı. Ayrıca Yunanistan Kilisesi adına yapılacak olan etkinliklere ek olarak her metropolitliğin kendi yerel aktivitelerini de planlaması ve tarihi olayları vatandaşlara tanıtmak için gerekli olan her türlü aktivitenin şimdiden hazırlanmaya başlanması da istendi.
Bir yandan Yunanistan’daki metropolitlikler eliyle bu hazırlıklar başlamış iken öte yandan 18-19 Ekim 2019 tarihlerinde, Atina’da “1821 Devrimi Uluslararası Bilimsel Konferansı” düzenleneceği de anlaşıldı.
Bu hazırlıklardan anladığımız şudur ki; 1821’de yaşanan ve yukarıda ayrıntılarını verdiğimiz olay, Türkiye tarafından gerçekleştirilmiş bir katliam olarak sözde Pontos soykırımının 100. yılı gibi bu kez de 1821’in 200. yılı şeklinde çeşitli ülkelerin kamuoylarına sunulacak ve sonuçta bu konuda Türkiye karşıtı bir algı operasyonu yapılacaktır.
Türkiye topraklarında kurulmuş bir “Ortodoks Halifeliği” ile eş anlamlı sayılması gereken Patrikhane’ye “Ekümenik” sanının bir gün verilmesinin ülkemiz açısından ne kadar sakıncalı olduğunu her fırsatta vurguluyoruz.
Yunanistan bugünkü bildiğimiz coğrafyasında tesadüfen kurulmuş bir ülkedir. 1821’de yaratılmak istenen isyan ve sonrasında Yunanistan’ın Osmanlı’dan bağımsızlığını elde etmesi sürecindeki Helenik amaç; bugünkü coğrafyasında bir Yunanistan kurmak değildi!
Yunanistan; 1814 Yunan gizli ihtilal örgütü Filiki Eterya ile başlayıp 1821’de (Yunanlılara göre) hüsranla biten maceradan sonra gelişen bir takım olaylar sonucunda bu günkü coğrafyasında kurulmuş bir ülkedir.
Onların amacı; üzerinde yaşadığımız topraklarda, başta İstanbul ve Ege olmak üzere Türkiye topraklarında bir Yunanistan kurmaktı. Yunanistan Anayasası’ndaki 3. Madde'de, ülkenin merkezini İstanbul olarak ve Bizans dönemindeki adıyla gösterilmesi bu nedenle çok önemlidir...

8 Mayıs 2019 Çarşamba

ATİNA’DA AÇILACAK CAMİYE NE OLDU?


Yunanistan’ın başkenti Atina’da bir cami yok! Aslında yok demek pek doğru değil, çünkü çok sayıda Osmanlı eseri cami var ama onların durumu farklı. İşin doğrusu cümleyi “Yunanistan’ın başkenti Atina’da ibadete açık bir cami yok!” şeklinde yazmak…
Atina’da çeşitli milletlerden 250 binden fazla Müslüman yaşamaktadır.  Bunların ibadet edebilecekleri bir camileri bulunmadığı gibi ölülerini gömebilecekleri Müslüman mezarlığı da yoktur. Müslümanlar 70/80 kadar mescitte ibadetlerini yapmaktadırlar ancak bunlardan sadece 5 tanesine resmi olarak izin verilmiştir.
İstanbul’da altmıştan fazla Rum kilisesi var. Konumuz diğer Hıristiyan toplulukların ibadethaneleri olmadığı için işin mütekabiliyet hususunu göz önüne sermek adına bu rakamı vurgulamak gerekiyor. İstanbul dışında, Anadolu’da, Trakya’daki çok sayıda metruk kiliseye Rum Patriği Bartholomeos düzenli (ya da sistematik) bir şekilde ziyaretler yapmakta, bu ziyaretlerde otobüslerle taşınan Rum Cemaati mensuplarının ve Yunanistan’dan taşınan Yunanlıların da iştiraki ile ayinler yapılmaktadır. Anadolu’da, Trakya’daki yerel yöneticiler de bu ziyaretlerde elinden geleni yapmakta ve gelenleri ağırlamaktadır.
Yukarıda “mütekabiliyet” kelimesini kullandık ama gözler önündeki durum pek de mütekabil değildir.  Bir yandan Türk vatandaşlarından oluşan Rum Cemaati’nin dini lideri sıfatıyla resmi protokolde ağırlanan Patrik ya da metropolitleri öte yandan Batı Trakya’da halkın seçtiği müftüleri tanımayan Yunanistan. Yunanistan bilindiği gibi kendi seçtiği kuklaları Batı Trakyalı Türklere “müftünüz” diye dayatmakta ve bu sorun yıllardır sürmektedir.
Uzun uzun paragraflara hacet bırakmadan; Avrupa’da (ibadete açık) bir cami olmayan tek başkent Atina’dır.
Bu soruna bir çare olması adına 2010 yılında Sayın Recep Tayyip Erdoğan Başbakan sıfatıyla yaptığı Yunanistan gezisinde dönemin Yunanistan Başbakanı Yorgo Papandreu’dan eski bir Osmanlı eseri olan ve atıl durumda bulunan Atina Fethiye Cami’sinin restore edilmesini talep etmiş ve Papandreu’dan olumlu cevap almıştı. Ancak ziyaretin hemen ardından Yunanistan’da aşırı sağcıların başını çektiği bir tartışma başladı ve cami açılmasına tepki verildi.
İşin gerçeğine indiğimizde Yunanistan, Atina’da bir cami açılmasından çok, açılacak bir caminin “Türk” sıfatıyla anılmasını ve de bu caminin işleyişinde “Türklerin” rol almasını kabul etmemektedir.
Yunanistan Hükümeti görünürde kaçacak bir tarafı kalmadığında Atina’da bir cami yapımına karar verdi. Fakat bu camide bir “Türk” izi olmaması için eski bir Osmanlı eserini restore etmek yerine yeni bir bina inşa edilmesine, Yunanistan Deniz Kuvvetleri'ne ait bir arazinin tahsis edilmesine karar verildi. Bağış yolu ile yapılacak desteklerden dolayı da ileride kimsenin “hak” iddiasında bulunmaması için bu bütçenin tamamen hazineden karşılanmasına karar verildi.
Ayrıca caminin din görevlileri ile yöneticilerinin Türk olmayan Müslüman topluluklardan seçilmesine karar verildi. İnşaat için yaklaşık 1 milyon Euro bütçe ayrıldı. 600 metrekarelik bir alana sahip olacak cami, 50 kişilik yer kadınlara ayrılmış şekilde toplam 350 kişilik olarak tasarlandı.
2013’te başlayan çalışmalar aşırı sağcı ve dinci grupların protestosu nedeniyle sık sık akamete uğradı. İnşaatın ilerlemesi ile birlikte ise bir başka komedi ortaya çıktı. “Cami ne zaman açılıyor?”
Yunanistan Eğitim ve Din İşleri Bakanı Kostas Gavroglu, daha önce 5 kez açılış tarihi verilen caminin resmi açılışının bu yılın mart ayında yapılacağını duyurmuştu ama bu da gerçekleşmedi. Kathimerini Gazetesi’nin bir haberine göre ise Ramazan ayının başlaması ile birlikte 6 Mayıs’ta Camii faaliyete geçecek(ti).  Yunanlıların Müslümanları yine “ti”ye aldıkları görülüyor ki açılış 6 Mayıs’ta gerçekleşmedi.
(Yazımızı yazdığımız gün itibari ile Yunanistan’da etkili Türk/Yunan kuruluşları temsilcileri dostlarımız ile görüşmeler yaptık. Söz verilen 6 Mayıs’ta açılmadığı gibi ne zaman açılacağı da net değil.)
Yunanistan Hükümeti’nin en çok dikkat ettiği hususun cami yönetiminin Türklere geçmemesi olduğunu belirtmiştik! Bu bağlamda açılacak caminin faaliyetlerini denetleme için bir idari komite devlet tarafından oluşturuldu. Bu komite de imam pozisyonu için Fas doğumlu bir Yunanistan vatandaşı olan “Zeki Muhammed”i adayı olarak belirledi ve bu kişiyi onaylaması için Eğitim Bakanı Kostas Gavroglou'na sundu.
50 yaşında olan Zeki Muhammed 25 yıl önce Yunanistan'a gelmiştir. İlahiyat ve matematik eğitimi aldığı bilinen Zeki Muhammed Arapça, Yunanca ve Fransızca biliyor ancak Türkçe ile hiç ilgisi yok ve daha önceleri Atina’daki izinli beş mescitten birinde imam olarak görev yapmıştır. Zeki Muhammed’in devlete yakın olduğu ve direktiflere de uyacağı Batı Trakya kaynaklı Türk medyasında vurgulanan bir husus.
Deniz Kuvvetleri deposundan bozma bir binada, açılış tarihi sürekli ertelenen cami için Yunanistan Müslümanlar Birliği “Atina’da yapılan şey camii değildir” demiştir. Minaresiz olan bu caminin yönetimi üzerinde seçilmiş Türk müftülerin bir söz hakkı olmayacağı da ayrı bir tepkiye yol açmaktadır.
Artık bir komediye dönen bu açılışı süreci devam ederken Yunanistan’dan başka bir komedi haberi alındı.

ATİNA FETHİYE CAMİ’SİNİN BAŞINA NE GELDİ?
Konu, yukarıda bahsettiğimiz ve 2010’da Erdoğan’ın Papandreu’dan restore edilmesi talebinde bulunduğu Atina Fethiye Camii ile ilgili. 2019’un Nisan ayı sonu itibariyle Yunan medya kaynaklarında 1458 yılında Fatih Sultan Mehmet’in Atina’yı fethetmesi anısına inşa edilen Fethiye Camii’nin restorasyonunun bu süreçte tamamlandığını ve bundan böyle galeri ve sergi alanı olarak hizmet vereceğini öğrendik!
Yunanistan'ın bağımsızlığı sonrası Fethiye Camii, önce okul daha sonra farklı amaçlar için kullanılmış. Bir dönem şehrin hapishanesi olarak hizmet veren cami, kışla mekânı da olmuştu. 1890 yılından önce un ambarı, 1935 yılına kadar ise uzun yıllar ordunun ekmek fırını olarak çalışmıştı. Fethiye Cami, 1935 yılında yıktırılmak istenmiş ancak Türk Hükümetinin yaptığı girişimler nedeniyle bundan vazgeçilmişti. Fethiye Camiinin dış duvarlarına dayalı çok sayıda Osmanlı mezar taşı da bulunuyor.
Fethiye Camii;  Medrese, mescit, hamam gibi birçok Osmanlı eserinin bulunduğu bir bölgede ve ülkenin sembolü olan Akropolis’in eteklerinde bulunuyor. Yaklaşık 300 metre uzaklıkta bulunan tarihi Osmanlı Mustafa Ağa Camisi de (Voyvoda)  aynı akıbetle “Yunanistan El Sanatları Müzesi” olarak hizmet vermekte.
Atina’daki Müslümanlar 6 Mayıs’ta bir caminin açılmasını beklerken ve bu gerçekleşmezken, Osmanlı eseri Fethiye Camii’nin Nisan sonu itibariyle sergi olarak hizmete girmesi trajikomik bir ironidir.
Zaman zaman Atina’da bir camiye karşı Ruhban Okulu’nun açılması şeklindeki söylemlerde Yunanistan’ın tek taraflı menfaat peşinde olduğu aşikâr görünüyor. Bu kadar eski ve önemli Türk eserleri dururken Atina’da açılacak olan minaresiz ve mimarisi tuhaf eski bir askeri yapıdan bozma binanın tahsis edilmesi de trajikomiktir.
Yunanistan’ın açılıp açılmayacağı belli olmayan Cami’nin yönetiminden  Türkleri uzak tutmak için elinden geleni yapması da dikkate değerdir.


12 Haziran 2016 Pazar

VLADİMİR PUTİN’İN YUNANİSTAN VE AYNOROZ GEZİSİ


Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin 27/28 Mayıs’ta Yunanistan’ı ziyaret ve Yunanistan Cumhurbaşkanı Prokopis Pavlopulos ile Başbakan Aleksis Tsipras’la da görüştü. Görüşmelerde ekonomik işbirliği, enerji konuları ve Doğu Akdeniz'deki gelişmeler ele alındı. Putin bu siyasi görüşmeler kapsamında; Aynoroz’da bulunan bir Rus manastırını da ziyaret etti

Putin son yıllarda Rus Ortodoks Kilisesi’ne desteğini, siyasi amaçlarla daha fazla kullanmaya başlamıştır. Bu gezide kendisine Rus Ortodoks Kilisesi Patriği Kiril de eşlik etmekteydi ve Patrik Kiril ile birlikte Aynoroz’u da ziyaret ettiler. Putin’in Yunanistan ziyareti aynı zamanda Aynoroz’da Rus Keşişliğinin bininci yılına da denk geldiği için Rus Kilisesi açısından çok önemliydi ve Patrik Kiril’in devlet başkanı ile birlikte diplomatik bir geziye iştirak etmesi ziyareti daha önemlim kıldı.

Kuzeydoğu Yunanistan’ da, Makedonya Bölgesi’nde bulunan ve kısaca “Aynoroz” olarak tanımlanan, Yunanistan’ın içinde yarı otonom bir idari yapıda olan “Aynoroz Dağı Özerk Cumhuriyeti”; Makedonya’dan Ege Denizi’ne uzanan Khalkidiki Yarımadası’nda üç dağlık bir burun şeklindedir. “Athos” ya da “Agion Oros” olarak bilinen bu bölge; 9. yüzyıldan bu yana Yunanistan’ın özel statüye sahip dinî bir merkezidir.

Bölgede, 17 Yunan ve birer Rus, Bulgar ve Sırp olmak üzere toplam 20 büyük manastır bulunmaktadır. Ayrıca bu manastırlara bağlı küçük kilisecikler ile keşişlerin inzivaya çekildiği hücreler de vardır.  Aynoroz Dağı Özerk Cumhuriyeti; Yunan Anayasası’na göre idari olarak Karyes Valisi’ne bağlıdır ve bu bölgeye Hıristiyan olmayanlar ve kadınlar giremez!

Yunanistan Anayasası’nda 3. ve 105. Maddeler Aynoroz’un statüsü ile ilgilidir. 3. Madde (3. Madde, II Bölüm: Kilise Devlet İlişkisi) özetle; Yunanistan’ın dininin Ortodoksluk olduğunu ve dinin başının Konstantinopolis’te bulunduğunu belirtir. Burada Rum Patrikhanesi “Ekümenik” ve İstanbul da “Konstantinopolis” olarak tanımlanmıştır.

105. Madde; Aynoroz yarı otonom bölgesinin idari yapısını ve bu ruhani cumhuriyetin başkanının o an görevde olan Rum Patriği olduğunu belirler. (105. Madde, III Fasıl); Aynoroz rejimlerinin, detayları ile çalışma şekilleri, devlet temsilcisinin işbirliği ile yirmi Kutsal Manastırdaki idare şekli; Rum Patrikhanesi ile Yunanlılar Meclisi’nin onayladığı “Aynoroz Nizamnamesi” ile belirlenmiştir. (105. Madde, IV Fasıl);  Aynoroz’un yönetim nizamnamelerine tam olarak uyulması için, dini açıdan Ekümenik Patrikhane’nin yüksek murakabesi, idari ve emniyeti sağlamak açısından Devlet’in mutlak yetkisi ve gözetimi altındadır.

Aynoroz’da Yunan olmayan diğer bazı Ortodoks ülkelerin, kendi milli kiliselerine bağlı manastırları da vardır. Bunlardan Ruslara ait manastırın adı “Sveti Panteleimon”dur ve bir adı da “Rustik”tir. Onuncu asırda kurulan Bulgar manastırının adı “Zograf”, Sırplarınki ise “Hilendar”dır.

Yıllar önce “İver” ve “Gruzik” adlı Gürcü manastırları ise zaman içinde Yunanlıların eline geçmiştir. Aynoroz’daki dinsel kanunlara (Kanon) göre bir manastırdaki başkeşiş orada yaşayan keşişlerce seçilmektedir. Manastırların kapıları ise orada yaşamak isteyen keşişlere (Ortodoks olma dışında) şart koşulmadan açıktır. İver” ve “Gruzik” adlı Gürcü manastırlarının bu gün Yunanlıların eline geçmiş olmasının nedeni bilinçli olarak o manastırlara yerleşen Yunanlı keşişlerdir. Yunanistan Krallığı; Rusya’nın gücünden korktuğu için tarihte böyle bir yola başvurmadığı gibi Rusya Bulgarların arkasında da olduğu için Aynoroz’daki Bulgar Manastırı Zoğraf’ta da böyle bir durum söz konusu olmamıştır.

Rusya asırlardır kendini Ortodoksların hamisi saymıştır. Bunda Bizans İmparatoru’nun İstanbul’un Fethi’nden önce askeri destek karşılığında Papalığın güdümüne girmeyi kabul etmesi rol oynamıştır. Bu; bir anlamda Ortodoksluk ve Katolikliğin birleşmesi de olacaktı. Fetihten öncesi son Paskalya Töreni de zaten bir Katolik Piskopos tarafından icra edilmişti. Fetih tamamlanmasıydı bugün başka bir tarih yazılmış olacaktı. İstanbul’un Fethi bu nedenle Dünya’da Hıristiyan Tarihi’ni de değiştiren çok önemli bir hadisedir.

Bizans İmparatorluğu’nun bu yaklaşımı Rusya tarafından dine ihanet olarak addedilerek “Ortodoksların Hamisi” rolünü üstlenmesine neden olmuştur. Tarihsel süreçte Osmanlı’nın da önemli bir hasmı olan Rusya, Ortodoksluğu kullanarak Osmanlı’yı farklı zaman dilimlerinde hayli zora sokmuştur. Rusların Panslavizm’in hamisi olması ve Ortodoksluk adına Bulgarlara destek vererek Osmanlı’nın karşısına dikmesi de aynı şekilde kendine biçtiği “Ortodoksların Hamisi” rolünün bir parçasıdır. Bugün ise bu hamilik başka bir boyutla karşımızdadır ve Rusya Ortadoğu’daki Ortodoksların hamisi rolündedir.

Aynoroz’da bir Rus varlığı olan, “Sveti Panteleimon Manastırı” (Aziz Pandeleymon) Rusya için çok önemlidir. Dünya’daki en büyük Ortodoks nüfus Rusya’dadır. Rusya’nın topraklarındaki en yaygın mezhep de Ortodoksluktur ve Dünya Ortodokslarının yarısı bu ülkenin vatandaşıdır. Bu durumda kısaca şunu demek mümkündür: “Rusya güçlüdür ve Rusya’da kilise de çok güçlüdür

Rum Patriği Bartholomeos 7-12 Ekim 2011 arasında Aynoroz Bölgesi’ne bir ziyaret yapmış ve pek alışılmamış bir şekilde Rusya için fevkalade önem arz eden Aziz Pandeleimon Manastırı’nı da ziyaret etmişti. Geleneksel olarak geçmişte Aynoroz’a giden Rum patriklerinin yapmadığı bu ziyaretin programı açıklandığında hemen Ruslar tepki gösterdiler.

Rum Patriği’nin 7-12 Ekim 2011’deki Aynoroz programı kapsamında Rus manastırını da ziyaret edecek olması Rusya’da politik açıdan da tepkiye neden oldu. Bu ziyaretin hemen öncesinde, 30 Eylül 2011’de Rus Patriği Kiril, o zamanki Devlet Başkanı Dimitri Medvedev ve çok üst düzey bürokratların katılımı ile “Aziz Pandeleimon Rus Manastırı Kültür ve Manevi Mirası Koruma Kurulu” oluşturuldu ve bu manastırın rehabilitasyonu için çok büyük bir bütçe ayrıldı.

Putin’in 27/28 Mayıs Yunanistan gezisi kapsamında Aynoroz’da Aziz Pandeleimon Manastırı’nı da ziyaret etmesi ise Yunan medyasında bir gövde gösterisi olarak kabul edildi ve tepkiye neden oldu!

Bu tepki o kadar ileriye gitti. Osmanlı dönemine atıfta bulunularak ve Aynoroz’un tarihsel süreçte asırlardır Osmanlı yönetiminde olduğu belirtilerek; “Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Aynoroz’a bir ziyaret yaparsa, buna Putin’den daha fazla hakkı vardır” şeklinde yazılar çıktı. Oysaki Aynoroz’a kadınlar ve Hıristiyan olmayanlar giremez…

Rusya Devlet Başkanı Putin; Başbakan Tsipras'la saatler süren bir görüşmesinin ardından muhalefetteki muhafazakâr Yeni Demokrasi Partisi (Nea Dimokratia) lideri Kyriakos Mitsotakis ile de bir araya geldi. Bu gezide Putin; bir açıdan Aynoroz’daki Rus varlığının arkasında olduklarını göstermiş ve bir başka açıdan ise Rusya’nın Dünya’daki en büyük Ortodoks nüfusa sahip ülke olduğunu da Yunanistan’da vurgulamıştır.

Putin’in Yunanistan gezisi siyasi olarak yaptığı görüşmeler açısından ve Başbakan Çipras'la uzun saatler görüşmesi de fevkalâde önemlidir. Yunanistan Başbakanı Aleksis Çipras ile birlikte yaptığı basın toplantısında ise Türkiye ile ilişkileri düzeltmek istediğini de söyledi. Ama Türkiye'den düşürülen uçak konusunda hâlâ bir özür açıklaması gelmediğini ve bunu beklediklerini de ifade etmiş, bir yandan teröristlerle mücadelede Türkiye ile işbirliğine hazır olduğunu vurgularken, öte yandan düşürülen uçağın ikinci pilotunun öldürülmesinin ise ”Savaş Suçu” olduğunu söylemiştir.

Yunanistan’ın en büyük gelir kaynağı turizmdir. Ancak geçtiğimiz on yıllarda Yunanistan turizm kaynaklarını yenilemek için fazla çaba göstermedi ve tesisler eskidi. Bugün Yunanistan turizmi bahis olduğunda, başta adalar olmak üzere salaş yerlerde tatil yapanların cenneti şeklindedir. Oysaki son on yıllarda Türkiye’de şatafatlı ve Dünya’daki servis kalitesi olarak çok yüksek beş yıldızlı tesisler yapıldı. Sadece Yunanistan değil İtalya turizmi de tatilcilerin Türkiye’yi tercih etmelerinden yara almıştır.

Rusya’nın Türkiye’ye karşı bugünkü hasmane tavrı malumdur. Ve gayri resmi olarak, “Türkiye’ye gitmeyin, ticaret yapmayın!” denmektedir. Rus Halkı ile bazı televizyon kanallarımızın yaptığı röportajlarda, halkın Türkiye’de tatil yapmak istediği ama bunun için çekindikleri ve tatilden sonra olumsuz bir durumla karşılaşmamak için, daha açık bir ifade ile korktuklarından dolayı Türkiye tatillerini iptal ettikleri anlaşılmaktadır.

Rus Halkı’nın Türkiye dışında tatil arayışlarına girmesinde “Korku Faktörü” de bulunmaktadır.

Putin’in şu an dorukta olan “Türkiye Kini” ise anlaşılıyor ki Yunanistan’a turizm açısından yarayacaktır. 



Bojidar Çipof

12 Haziran 2016






6 Şubat 2014 Perşembe

THE BALKANS WHICH MADE FOR A WORLD WAR


The centenary of World War One has arrived and despite pressure from the EU, tensions in the Balkans are still visible. This article will investigate the conditions of 100 years ago with the assumption that WWI was a war over the distribution of the lands of the Ottoman Empire and that the Balkan Wars have triggered the Great War. Anatolia had always been significant for Christian states being the land of mythological gods and the route of St. Paul’s missionary journeys. Imperialist states wanted to take over the geographic position and fertile lands of Turkey, especially the Straits.

This makes Turkey significant among the factors which caused the Balkan Wars and the WWI. Opposition to the Ottoman State lies at the root of alliances and enmities among European nations, Britain foremost and Russia.

The Racconigi Treaty signed between Russia and Italy on the 24th of October 1909 was intended to safeguard mutual interests over the Straits and Tripoli. The agreement laid the way for the Italian occupation of Tripoli, Derne, Tobruq and Benghazi on the 28th of September 1911 under the pretext of protecting the maltreated Italian population. Tripoli, which was the last remaining Ottoman territory in Africa was attractive due to its proximity to Italy. It could also open up Africa to Italian expansion. In the mid-nineteenth century Italy, like Germany, has become a strong state. However, being weaker than other imperialist states, it had to take territory away from weaker states.

Russian diplomat Count Alexander Petrovich Izvolski, who signed the Racconigi Treaty, played an important role in his country’s orientation towards the Balkans. The diplomat had secured a verbal agreement on the 15th of September 1908 in Moravia between Russia and Austria to allow Russian ships to be able to sail through the Turkish Straits. In return Russia would support Austria’s annexation of Bosnia, which took place on the 7th of October 1908. Austria did not provide the support it had promised Russia once it had annexed Bosnia.

Austria’s annexation of Bosnia is the most important factor which upset European balances. This event triggered the Balkan Wars.

A geography which houses so many different nations as the Balkans had witnessed increased nationalism following the French Revolution of 1789. The Ottoman State could not fight in the Tripoli and Benghazi as it was already challenged by rebellions in the Balkans. Therefore it asked great powers to arbitrate faced with Italian invasion. However, once these states declared neutrality, the Ottomans were forced to fight the Italians. There were few Ottoman troops in Tripoli and it was ill prepared due to the uprisings in the Balkans. British neutrality in Egypt severed land connections. The Ottoman navy was inadequate and naval support could not be secured. Nevertheless some staff officers including Mustafa Kemal and Enver made it to Tripoli under difficult conditions. The Italian advance was successfully resisted with limited means and the Italians were challenged by the defence. The Ottoman government also imposed an economic embargo on Italy at the time. However, the Italians then turned towards the Mediterranean and invaded Rhodes and the Twelve Islands on the 17th of May 1912.

The men and equipment transferred from the Balkans to the Italian front weakened the Ottomans in the Balkans. Nationalism and separatism in the Balkans grew.

The Usi Treaty signed on the 18th of October 1912 ended the Ottoman-Italian War. The Italians evacuated Tripoli and Benghazi. Italy returned the Twelve Islands to the Ottomans but agreed to keep them until the end of the newly beginning Balkan War against a possible Greek invasion. Although the sultan would have a representative in Tripoli, the final piece of African land under Ottoman control was thus lost. As a result the Italians de facto settled in the Aegean, North Africa became the scene of Italian nationalism and the balance of power in the Eastern Mediterranean was disrupted.

Another important factor which contributed to the Balkan War was the courage given the rebels by the Tripoli War. It was also influenced by the growing recognition of the weakness of the Ottoman State and its inability to protect its lands. The Balkan War is separated into the First Balkan War and the second.

Serbia, Bulgaria, Greece and Montenegro began the First Balkan War against the Ottoman State on the 8th of October 1912. The competition between The Party of Unity and Progress and the Party of Freedom and Harmony caused political decision making in the Ottoman State to be unhealthy at the time. Despite not being a party to the war, Russia’s role as patron and supporter is very important. The Ottomans had discharged 200 divisions (approximately 75,000 men) just before the start of the war, which caused great hardship in the Balkans. With the Treaty of London signed in May 1913, the First Balkan War came to an end; Crete became a part of Greece, Albania was forced to declare independence under risk of other Balkan states and Macedonia was completely occupied.

The division of last piece of Ottoman land in the Balkans between Greece, Bulgaria and Serbia is called the “Macedonian Issue”. In this division the Aegean Macedonia passed over to Greece, the Pirin Macedonia assed over to Bulgaria and the Vardar Macedonia passed over to Serbia. Despite small changes during WWI, the former borders were recognised at the end of the war.

Following this humiliation, the Ottomans retreated to the border known as the “Midye-Enez line” which left Edirne and Kırklareli out of Ottoman control.

Bulgaria grew stronger out of the war, thanks to the support given by Russia, the patron of Panslavism. This drew the ire of the other countries in the alliance who joined with Romania to fight Bulgaria without attacking the Ottoman State. With the Treaty of Bucharest, which ended this war on the 10th of August 1913, Dobruca became a part of Romania and Kavala became a part of Greece. With weakening Bulgaria moving troops from its eastern front, the Ottoman forces could advance beyond the Midye-Enez line and reclaim its former borders without fighting. Between 1812 and 1918 there have been five agreements called the Treaty of Bucharest. This particular one is the third.

Following the Second Balkan War the Ottoman Empire and the Kingdom of Bulgaria signed the Treaty of Istanbul according to which Edirne, Kırklareli and Dimetoka remained Ottoman while Dedeagac and Kavala became Bulgarian. The Meric River was taken to form the border. On the 14th of November 1913, the Treaty of Athens was signed with Greece and Greece got Crete, Thessaloniki and Yanya. Serbia and Montenegro thus no longer shared a border with the Ottoman Empire.

After the Balkan War, there was unrest among allied European states. The strong position of imperial Britain and France had long been a concern for Germany. Meanwhile, rivalry between Catholics and Protestants was also important. That Prussia should beat Austria and unite Germany made the country the leading industrial and manpower country on the continent. Germans were encouraged by then superpower Britain’s lack of land contact with Continental Europe.

The German Empire which was established on the 18th of January 1871 with the Treaty of Versailles gathered all German principalities except for Austria under it and started establishing colonies from 1884 onwards. By 1914 it had become on par or even more advanced than Britain, France and Russia economically and militarily. The most important political factor in Europe between 1871 and 1914 was rivalry between France and Germany.

In a world which had many reasons for a world war, the eventual trigger was the assassination of Franz Ferdinand, Archduke of Austria-Hungary in Sarajevo on the 28th of June 1914 by Serbian nationalist Gavrilo Princip. With the assassination the sole remaining heir of the Habsburg dynasty was killed and the only factor uniting Austria and Hungary collapsed.

In this process, Austria relied on German support if needed and delivered a diplomatic note to Serbia that was so tough in its terms that no independent state could accept it. Serbia tried to avoid the issue. On the 28th of July 1914 Austria declared on Serbia and besieged Belgrade.

On the 31st of July Russia called general mobilisation. Germany had previously called mobilisation in Russia a casus belli. Germany declared war on Russia on the 1st of August, declared on France on the 3rd of August and attacked Belgium, which had denied it right of passage on the 4th of August 1914. Britain declared war on Germany and the WWI begun.

Among the events leading to the WWI, the weakness of the Ottomans in Tripoli and the Balkans played a major role. These wars have triggered new wars in Germany. The Ottoman State would side with Germany against the Allies in the WWI and the process would eventually lead to the establishment of the Republic of Turkey following the War of Independence. 

4 Şubat 2014 Salı

100. YILINDA BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI VE BALKANLAR


I. Dünya Savaşı’nın 100. yılındayız ve AB baskılasa da Balkanlar’daki gerilimli hat kendini yine belli ediyor. Bu makalede, 1. Dünya Savaşı’nın Osmanlı topraklarının paylaşımı savaşı olduğu ve Balkan Savaşları’nın da büyük savaşı tetiklediği yaklaşımıyla 100 yıl öncesi irdelenecektir. Anadolu; mitolojik tanrıların vatanı, Hıristiyanlık Tarihi açısından ise başta Aziz Pavlus’un misyon yolculuklarının güzergâhı olması sebebiyle dinsel ve coğrafi açıdan Hıristiyan devletlerce daima önemli olmuştu. Dinî açıdan olduğu kadar başta Boğazlar olmak üzere Türkiye’nin coğrafi konumu ve bereketli toprakları ise emperyalist devletlerce ele geçirilmek istenmekteydi.

Bu durum; evvelâ Balkan sonra da 1. Dünya Savaşı’nı yaratan faktörlerde Türkiye’yi de önemli kılar. Başta İngiltere olmak üzere Avrupa ülkeleri ile Rusya’nın bu tarihsel süreçlerde zaman zaman düşman, zaman zaman ise müttefik olmalarının odağında hep Osmanlı karşıtlığı yatar.

24 Ekim 1909’da Rusya ile İtalya’nın yaptığı Racconigi Anlaşması, Boğazlar ve Trablusgarp’da karşılıklı menfaatlerini korumak amacını taşımaktaydı. Anlaşma, İtalya’nın, Trablusgarp ve Bingazi’de yaşayan İtalyanlara kötü muamele yapıldığı bahanesiyle 28 Eylül 1911’de Trablusgarp, Derne, Tobruk ve Bingazi’ye asker çıkarması sürecini de başlatmıştır. Osmanlı Devleti’nin Afrika’da kalan son toprağı olan Trablusgarp, İtalya’ya yakınlığı nedeniyle cazip bir coğrafyaydı. Trablusgarp aynı zamanda zayıf devletlerin yer aldığı Afrika’nın yolunu da İtalya’ya açabilirdi. 19. yüzyılın ortalarında İtalya da Almanya gibi güçlü bir devlet konumuna ulaşmıştı.  Ancak diğer sömürgeci emperyalist devletler kadar güçlü olmadığından zengin kaynakları olan coğrafyaları değil zayıf devletleri hedefine alıyordu.

Rusların Balkanlara yönelmesinde, Racconigi Anlaşması’nın imzalanmasını sağlayan Rus diplomatı Kont Aleksandır Petroviç İzvolski önemli rol oynamıştır. Bu diplomat, Rus gemilerinin Türk boğazlarından geçiş hakkı elde etmesi için Moravya’da (15 Eylül 1908) Avusturya ile sözlü bir anlaşma sağladı. Bu anlaşma, Avusturya’nın Bosna’yı ilhakının (7 Ekim 1908) Rusya tarafından desteklenmesini de içermekteydi. Ancak Avusturya, Bosna’yı ilhak etmesinin ardından Boğazlar’ın açılması için Ruslara söz verdiği desteği sağlamadı.

Avusturya’nın Bosna’yı ilhakı Avrupa’daki dengeleri bozan en önemli faktördür. Bu süreç Balkan Savaşları’nın başlamasını da tetiklemiştir. 

Balkanlar gibi çok sayıda ulusu barındıran bir coğrafyada, 1789 Fransız İhtilali’ni müteakip ulusçuluk faaliyetleri artmıştı. Balkanlar’daki isyanlar sebebiyle zaten zor durumda olan Osmanlı’nın aynı zamanda Trablusgarp ve Bingazi’de savaşma imkânı yoktu. Bu nedenle İtalya’nın işgali karşısında büyük devletlerden savaşı durdurmak için arabuluculuk yapmalarını istedi. Ancak bu devletler tarafsızlıklarını ilân edince Osmanlı Devleti ve İtalya karşı karşıya kaldı. Osmanlı’nın Trablusgarp’ta çok az askeri vardı ve Balkan isyanları nedeniyle hazırlıklarını tamamlayamamıştı. İngiltere’nin ise Mısır’da tarafsızlığını ilân etmesi karadan bağlantının kesilmesine neden oldu. Osmanlı deniz gücü ise yetersizdi ve denizden de destek sağlanamadı. Buna rağmen Mustafa Kemal ve Enver Paşa gibi bazı kurmay subaylar zor koşullar altında Trablusgarp’a ulaştılar. Eldeki imkânlarla İtalyanlar karşısında başarı elde edildi ve İtalya bu savunma ile güç duruma düştü. Osmanlı Hükümeti bu dönemde İtalya’ya ekonomik ambargo da uyguladı. Ama İtalya, bu kez Akdeniz’e yöneldi ve 17 Mayıs 1912’de Rodos ile Oniki Ada’yı işgal etti.

İtalya ile açılan cephelere Balkanlar’dan sevk edilen asker ve teçhizat, Osmanlıyı Balkanlarda zayıf duruma düşürdü; Balkanlar’da tırmanan ulusçuluk ve bağımsızlık faaliyetlerini de arttırdı.

18 Ekim 1912’de imzalanan Uşi Antlaşması ile Osmanlı-İtalya Savaşı sona erdi; Osmanlı, Trablusgarp ve Bingazi’yi boşaltı. İtalya, Oniki Ada’yı Osmanlı Devleti’ne geri verdi ancak başlayan Balkan Savaşı bitene kadar olası Yunan işgaline karşı İtalya’nın elinde geçici olarak kalması kararlaştırıldı. Her ne kadar Trablusgarp’ta Padişah adına bir naip kalması öngörülse de Kuzey Afrika’daki Osmanlıya ait son toprak parçası böylece kaybedilmiş oldu. Bunun sonucunda; İtalyanlar Ege Denizi’ne fiilen yerleşti, Kuzey Afrika’da İtalyan sömürgeciliği başladı ve Doğu Akdeniz’de güçler dengesi bozuldu.

Balkan Savaşı’nın çıkmasındaki önemli bir etken 1911’de Trablusgarp Savaşı’nın başlamasının yarattığı cesarettir. Aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin aczi ve topraklarını koruyamayacağının anlaşılması da etkendir. Balkan Savaşı kendi içinde Birinci ve İkinci Balkan Savaşı olarak ikiye ayrılır.

8 Ekim 1912’de Osmanlı Devleti’ne karşı Sırbistan, Bulgaristan, Yunanistan ve Karadağ, Balkan Savaşı’nı başlattılar. Bu dönemde İttihat ve Terakki ile Hürriyet ve İtilaf partilerinin arasındaki ihtilaflar sağlıklı kararlar alınamamasına neden olmuştur. Savaşta taraf olmasa da Rusya’nın bu süreçteki azmettirici ve destekleyici rolü ise fevkalâde önemlidir. Osmanlı, savaşın başlamasından önce maddi sıkıntılar neticesinde 200 tabur (Yaklaşık 75.000) askeri terhis etmişti ki bu da Balkanlarda çok büyük bir zafiyete neden olmuştur. Mayıs 1913’te Londra’da 1. Balkan Savaşı’nı sonlayan bir anlaşma ile Girit, Yunanistan’ın oldu. Arnavutluk ise diğer Balkan ülkelerini tehlike sayarak bağımsızlığını mecburen ilân etti ve Makedonya da tamamen işgal edildi.

Osmanlı’nın elinde kalan son Balkan topraklarının Yunanistan, Bulgaristan ve Sırbistan arasında paylaşılmasının sonucuna “Makedonya Sorunu” denir. Bu paylaşımda; Ege Makedonyası Yunanistan’a, Pirin Makedonyası Bulgaristan’a, Vardar Makedonyası ise Sırbistan’a kalmıştır. 1. Dünya Savaşı sırasınca bazı ufak çaplı değişiklikler olsa da savaş sonrasında eski sınırlar tanınmıştır.
 
Osmanlı Devleti bu hezimetin ardından Edirne ve Kırklareli’nin dışarıda kaldığı ve “Midye-Enez Hattı” olarak bilinen sınıra çekilmiştir.

Panslavizm’in hamisi olan Rusya’nın verdiği özel destek ile Bulgaristan’ın bu savaştan güçlenerek çıkması diğer ittifak ülkelerinin tepkisine neden oldu ve aralarına Romanya’yı da alarak bu kez Osmanlıyı hedef almadan Bulgaristan’a karşı savaş açtılar. 10 Ağustos 1913’te bu savaşı sona erdiren Bükreş Anlaşması ile Dobruca Romanya’ya, Kavala Yunanistan’a kaldı. Bulgaristan ise Makedonya’dan bir kısım toprak kazandı. Savaş esnasında zayıflayan Bulgaristan’ın Doğu Trakya’daki birliklerini savaşa yönlendirmesi ile Osmanlı, Midye-Enez Hattı’nı geçerek savaşmadan eski sınırına kavuşmuştur. Bükreş Anlaşması adı ile 1812’den 1918’e kadar toplam 5 anlaşma yapılmıştır. 1913’te yapılan Bükreş Anlaşması bu sıralamada üçüncüdür.

2.Balkan Savaşı’nın ardından 29 Eylül 1913’te Osmanlı ile Bulgaristan Krallığı arasında İstanbul Anlaşması imzalanarak Edirne, Kırklareli ve Dimetoka Osmanlı’da, Dedeağaç ve Kavala Bulgaristan’da bırakıldı Meriç Nehri sınır kabul edildi. 14 Kasım 1913’te Yunanistan ile Atina Anlaşması imzalandı ve Girit, Selanik ve Yanya Yunanistan’ın oldu. Sırbistan ve Karadağ’ın ise artık Osmanlı ile sınırı kalmamış oldu.

Balkan Savaşı’nın ardından ittifak devletleri ve diğer Avrupa devletleri arasında hoşnutsuzluk baş gösterdi. İngiltere ve Fransa’nın sömürgecilik vasıtasıyla geldikleri güçlü konum uzun zamandır Almanya’yı tedirgin eder mahiyetteydi. Bu arada Katolik ve Protestanlar arasındaki ihtilaflar da önemlidir. Prusya’nın Avusturya’yı yenerek Alman Birliğini tesis etmesi insan gücü ve sanayi olarak Almanya’yı Avrupa kıtasının lideri konumuna getirdi. Bir Avrupa devleti ve o dönemdeki süper güç konumunda olan İngiltere’nin Kıta Avrupası ile kara yolu bağının olmaması, Almanları cesaretlendiren unsurlar arasındadır.

Versay Antlaşması'yla 18 Ocak 1871 yılında  kurulan Alman İmparatorluğu, Avusturya hariç tüm Alman devletçiklerini bir arada topladı ve 1884 yılından itibaren sömürgeler de kurmaya başladı.  1914’e kadar, İngiltere, Fransa ve Rusya ile ekonomik ve askeri yönden başa baş noktaya, hatta daha ileri bir seviyeye geldi. 1871 ile 1914 arasında Avrupa’daki en önemli siyasi durum Almanya/Fransa düşmanlığıdır.

Bir dünya savaşının başlaması için çok fazla neden olduğu bir tarihte, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Veliahtı Franz Ferdinand’ın Saraybosna’da 28 Haziran 1914’te Sırp Milliyetçisi “Gavrilo Princip” tarafından öldürülmesi I. Dünya Savaşı’nın başlaması için fitili yakmıştır. Zira bu suikast ile Habsbourg Hanedanı'nın tek veliahttı öldürüldü ve iki devleti bir arada tutan tek unsur ortadan kalktı.

Bu süreçte Almanya’nın gerekirse Avusturya’yı destekleyeceği şeklindeki duruşu neticesinde Avusturya, Sırbistan'a bağımsız bir devletin kabul edemeyeceği ağır içerikli bir nota ile 48 saat süre verdi. Sırbistan bu notaya kaçamak yanıtlar verdi. Bunun akabinde Avusturya 28 Temmuz 1914'te Belgrad'ı bombalamaya başladı ve Sırbistan'a savaş ilan etti.

Rusya 31 Temmuz'da bu gelişmenin ardından genel seferberlik ilân etti. Ancak Almanya daha önceden Rusya’nın seferberlik ilân etmesi durumunda bunu savaş ilânı sayacağını açıklamıştı. Almanya 1 Ağustos'ta Rusya'ya, 3 Ağustos'ta da Fransa'ya savaş ilan etti, 4 Ağustos 1914 tarihinde “Zararsız Geçiş Hakkı” talebini reddeden Belçika'ya saldırdı. İngiltere de Almanya'ya savaş açtı ve I. Dünya Savaşı başlamış oldu.

I. Dünya Savaşı’nı hazırlayan etkenler açısından Osmanlı’nın Trablusgarp ve Balkanlar’daki zafiyetinin de rolü büyüktür. Bu savaşlar Avrupa’yı ve yeni savaşları da tetiklemiştir. Osmanlı süreç içinde, 1. Dünya Savaşı’nda “İtilaf Devletleri’ne” karşı “İttifak Devletleri” arasında, Almanya’nın müttefiki olarak yer alacak ve bu süreç 1. Dünya Savaşı’nın ardından “Kurtuluş Savaşı”nın başlaması ve bugünkü Demokratik Türkiye Cumhuriyeti kurulması ile nihayet bulacaktı.