sen sinod etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sen sinod etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Haziran 2014 Pazartesi

İSTANBUL’UN FETHİ ve HIRİSTİYANLIK TARİHİ ÜZERİNDEKİ ETKİSİ

  1453’te İstanbul’un (Konstantinopolis) Fethi, bin küsur yıllık Doğu Roma ya da Bizans’ın bitişini ve Orta Çağ’ın kapanarak Yeni Çağ sürecinin başlamasını sağlamıştır. Bu tabi ki bu kadar basit bir cümle ile tanımlanamayacak çok önemli bir tarihi olaydır ve Orta Çağ’ın bitişi, fethi başaran Sultan 2. Mehmet’in adını tarihe “Fatih” lakabı ile yazılmasını sağlamasının yanı sıra Hıristiyanlık Tarihi’nin seyrini de değiştirmiştir.

1204 yılında Konstantinopolis’i ilk kez ele geçiren Haçlı Ordusu’nun başarısı için şehrin 1453’teki ele geçirilişi kadar büyük bir anlam ve önem yüklenmez. Zira Konstantinopolis’in ele geçirilişinden ve ele geçiriliş şeklinden çok, Batı’nın gözünde Hıristiyanlık üzerindeki etkisi önem arz eder.

Papa 3. Innocentius’un, evvelâ Mısır’ı ele geçirmek sonra Kudüs’ü kurtarmayı amaçlayan 4. Haçlı Seferi (1200-1204) plânları; başta Venedik Dükü Enrico Dandolo olmak üzere bu seferleri iman için değil de para için destekleyen soyluların, gözlerini ihtişam içindeki Konstantinopolis’e çevirmesi üzerine bozuldu ve 1204’te ele geçirilerek “Konstantinopolis Latin İmparatorluğu” kuruldu. İstanbul’dan kaçan hanedan mensupları; İznik, Trabzon ve Epir’de Bizans devletleri kurdular.

Bunlardan “Trabzon Rum İmparatorluğu”nu 15 Ağustos 1461’de yıkmak yine Konstantinopolis gibi Fatih Sultan Mehmet’e nasip oldu. Batı Trakya bölgesinde ise “Epir Despotluğu” kuruldu ve İznik’e kaçan Bizans Hanedanı’nın en önemli kolu da en güçlü oldukları bölgede “İznik Rum İmparatorluğu” adı altında bir devlet kurdular.

Tarihsel akışa baktığımızda Epir çok önemli bir devletçik değildi ama Trabzon 1461’e kadar sürmüş ve Fatih Sultan Mehmet’in seferi olmasaydı, bölgede yıkmaya çalışacak bir başka gücün olmadığı büyük bir devletti. İznik ise yukarıda belirttiğimiz gibi en güçlü olunan bölgeydi ama İznik’teki oluşum sadece 57 yıl sürdü ve Haçlıların İstanbul’dan taş taş üstüne bırakmadan, tüm servetleri alarak ve kendiliklerinden terk etmesinden sonra tekrar İstanbul’a dönüldü. Tabi bu arada Katolikler taş taş üstünde bırakmadıkları Konstantinopolis’te bulunan Hıristiyanlığın ne kadar dini mirası ve kutsal objeleri varsa hepsini Papalığa götürdüler ki bunlar halen Vatikan’dadır…

Burada kısa bir tali konuya da değinerek İznik/ Mudanya/Tirilye’nin Bizans ve Hıristiyanlık Tarihi için önemini ve son günlerde Rum Patrikhanesi’nin yeni Bursa Metropoliti’nin Mudanya/Tirilye’den kilise satın alarak başlattığı hareketin önemini vurgulamak ve buna saf saf hoşgörü çerçevesinde bakılamayacağına dikkat çekmek istiyoruz.

Şöyle bir analiz yapılabilir: Bizans gibi güçlü bir yapılanma İstanbul’da Haçlılara dayanamadı ama bu süreçte, İznik; Trabzon ve Epir gibi 3 devlet çıkardı ki bunlardan Trabzon gerçekten çok uzun bir süre hüküm sürmüş ve tarihte yeri olan bir devletti. İznik’te ise M.S. 325’te yapılan 1. Hıristiyan Konsili gibi önemli ve manevi bir mirasın üzerinde kurulu olmak dahi güç için yeterli bir husustu.

Peki, neden bu kadar önemli bir tarihsel gelişmeler dizisi bugün Hıristiyan Dünyası’nda, İstanbul’un 1453’teki fethinden çok daha önemsiz bir düzeydedir?

Bu noktada Batı’nın ve tabi ki Batı Kilisesi’nin Türklere bakış açısının rolü büyüktür. Çünkü 1204’teki ele geçiriliş; Hıristiyan bir devlete karşı da yapılsa ve işin maddi boyutu göz ardı edilemeyecek ölçüde ise de sonuçta kendini “belirleyici” sayan zihniyetin tezahürüdür. Zira bu kez şehir (poli) Müslümanların eline geçmiştir. 1453’teki fethin önemi; askeri açıdan, Osmanlı Devleti tarafından bir coğrafyanın ele geçirilişi ve diğer birçok unsurun yanı sıra Hıristiyanlık Tarihi üzerindeki önemi ve yaptığı etki nedeniyle 1453 Batı’nın gözünde çok daha önemli sayılır…

Ve bugün vizyona giren bir filmin, daha gösterime girmeden fragmanının bile neden Hıristiyan camialardan tepkilerle karşılandığını açıklar…

Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u alarak ne/neler yaptı?

İstanbul aslında 1453’ten çok evvel Osmanlı tarafından ablukaya alınmış, Rumeli ve Anadolu hisarları ve il çevresi kuşatılmıştı. Bizans adeta bir ablukaya altındaydı ve şehrin alınması, fethedilmesi için zemin hazırdı ama şartlar 1204’te Haçlıların şehri ele geçirdiği şartlardan çok ağırdı. Çok daha büyük askeri hazırlıklar yapılması gerekmişti…

Doğu Kilisesi’nin temsil edildiği Ortodoks Patrikliği, Fetihten evvel askıya alınmıştı. İmparator; Osmanlı’ya karşı askeri yardım vaadi alarak Ortodoks Patrikliğini askıya almış ve patrikliği resmen kapatmıştı. Patrik 2. Athanasios’un (Patrikliği: 1450-1453) görevine son verilmiş ve patriklik makamı boşaltılmıştı. Fetihten kısa bir süre önce Ayasofya’da idrak edilen son Paskalya Ayini’ni ise Papalığın gönderdiği bir kardinal Katolik ritüeline göre icra etmişti.

Bu tabi ki fanatik Ortodoks çevrelerce büyük bir infiale neden olmuş ve imparatora karşı büyük bir öfke hâsıl olmuştu. Bu aslında Fener Rum Patrikhanesi’nin, “Biz yaklaşık 2000 yıldır bu topraklardayız” söyleminin de yalanlayıcısıdır. Çünkü 1204 yılında, Haçlı Orduları’nın almasından sonra 57 yıl İznik’teydiler.

Bir önemli husus da İznik’ten İstanbul’a, Bizans Hanedanı’nın ve Patrikhane’nin zahmetsizce geri dönmeleridir. Taş taş üstünde bırakmayan Haçlılar kendiliklerinden şehri terk ederek ülkelerine dönmüşlerdir. Bu da geri dönüşü tarihi ve askeri açıdan fevkalade önemsiz kılar…

Bu noktada bir tezat ve din adına nelerin yapılabileceği de gözler önüne sermek gerekiyor. Fetihten 249 yıl önce aynı dinin insanları, Papalığın emriyle şehri ele geçirmiş ve İstanbul’un Fethi ile hiçbir surette mukayese edilemeyecek bir ölçüde kıyım yapmıştır. Bu din adına bir kıyımdır. İmparatorun bu kez şehri teslim etmese de dini teslim ederek artık tek çatı altında birleşmeyi kabul etmiştir.

Aynı makam ise (Papalık) bu kez askerlerini değil de din adamlarını göndererek Ayasofya’yı ele geçirmiş, imparator Ortodoks ve Katolikliği tek çatı altında yönetme yetkisini aldığı askeri destek sözüne karşı Papalığa vermişti.
  
Bu teslimiyet başta Bizans’ta olmak üzere diğer Ortodoks ülkelerde de derin bir infial yarattı. Bizans’ta halk ikiye ayrıldı ve doğal bir tepki olarak, Ortodoks papazlar da ikiye ayrıldılar. Bunlara kısaca Patrikçiler ve İmparatorcular dendi.

Burada bu makalemizle direk bağlantılı olmamakla birlikte Çarlık Rusya’sının davranışına da kısa bir yer vermek gerekir. Çarlık Rusya’sı, bu yapılanın dine karşı bir “ihanet” olduğuna inandı. Bu inanış daha sonraki süreçte, Rusya’nın, Ortodoksların hamiliğine soyunmasına, Panslavizmin destekçisi olmasına ve sonraki asırlarda Osmanlı’nın başına çok dertler açan “Grek Projesi”ni (Project Grek) devreye sokmasına neden oldu. Bu inanış bugün Rus Kilise çevrelerinde hâlâ devam eden bir kanaattir. “Bizans; dine ihanet etmiştir”…

Son Paskalya Ayini’ni yapan kardinal hakkında aşağı yukarı şu şekilde, çok yerde sözü edilen bir söylem de vardır: “Kardinal şapkası görmektense Osmanlı kavuğu görmek evladır” Bu söylem Patrikçilerin söylemiydi ve bunu en çok destekleyenlerin başında iyi bir teolojist olan “Georgios Sholarios” gelmekteydi.

İşte bu ahval altında iken, Fatih Sultan Mehmet’in gerçekleştirdiği, Fetih sonrası durum değerlendirmelerinde, Patriklik makamının boş hatta kapalı olduğu anlaşıldı. Bunun üzerine; Fatih Sultan Mehmet, derhal bir Rum Patriği seçilmesini emretti. Yapılan araştırmalarda; Ortodoks çevrelerin Georgios Sholarios'u patrik yapmak istediklerini anladı. Bunda Sholarios’un imparator karşıtı olması da büyük rol oynadı. “Havarion Kilisesi”nde yapılan bir dini mera­simle Georgios Sholarios Patrik oldu ve “2.Gennadios” dini adını aldı.

Burada bir başka ve önemli nokta ise şudur: 2.Gennadios, dini kanunlar (kanon) gereği Sen Sinod üyeleri tarafından değil de Müslüman bir Padişah tarafından tayinle seçilmiştir.
  
Şunu vurgulamak gerekiyor: “İstanbul’un Fethi olmasaydı bugün belki ya da muhtemelen Katolik ve Ortodoksluk adı altında iki ayrı mezhep olmayacaktı.”

İstanbul’un Fethi; Orta Çağ’ın sonu ve Yeni Çağ’ın başlangıcı olmaktan öte olarak Hıristiyanlık Tarihi’ni de fevkalade etkilemiştir. Hatta Hıristiyanlığın bugünkü durumunu sağlayan çok önemli bir hadisedir demek abartı olmaz.

Fatih Sultan Mehmet, sadece İstanbul’u almamıştır… Hıristiyanlık Tarihi’ni de değiştirmiştir…

9 Kasım 2012 Cuma

BULGAR PATRİĞİ MAXİM’İN ÖLÜMÜ (ÖNCESİ ve BEKLENENLER)



4 Temmuz 1971’den itibaren Bulgar Patriği makamında olan Maxim, (Marin Naydenov Minkov. Doğumu: 29 Ekim 1914) 6 Kasım’da kalp yetmezliğinden dolayı 98 yaşında vefat etti. Maxim, uzun süredir bir sembol olarak bu makamın başındaydı. Zira hayli yaşlı ve birçok sağlık sorunları olması nedeniyle yönetici vasfı bulunmamaktaydı ve Bulgar Kilisesi’ni astları yönetmekteydi.

İstanbul’daki Bulgar Kiliselerini yöneten “Bulgar Ortodoks Kiliseleri Vakfı”nda (Bulgar Eksarhlığı Vakfı) 1993 ile 2007 yılları arasında vakıf yöneticiliği yaptık ve bu süreçte Patrik Maxim ile çok kez bir araya geldik. Rum Patrikhanesi ile girdiğimiz hukuk mücadelelerinde Patrikhane’den yana gösterdiği duruştan ötürü -saygımız baki olmakla birlikte- genelde fikren çatıştık!

1996 ve 2002 yıllarında, Rum Patrikhanesi’ne 2 dava açtık. Özünde; İstanbul’daki Bulgar Cemaati’nin, Rum Patrikhanesi tarafından asimile edilmesinin engellenmesi olan bu davalarda, Patrik Maxim hep Rum Patrikhanesi’nin isteklerini yerine getirdi ve Türkiye’deki Bulgar Ortodokslarının Rum Patriği’ne biat etmesini istedi/sağlamaya çalıştı. O süreçte yaşananları, 2010’da belgeleriyle yayınladığımız, “Patrikhane ile Mücadelem, Bulgar Eksarhlığı Vakfı’nda 15 Yıl” adlı 656 sayfalık kitabımızda (220 belge ve 110 görsel) gözler önüne serdik.

Bu makalemizde, bir müteveffanın ardından karalama amacı gütmediğimizi özellikle vurgulayarak, Bulgar Kilisesi’nde son yıllarda yaşananları ve muhtemel geleceğini analiz etmek istiyoruz. 

Bulgaristan’ın komünistlikten demokrasiye geçtiği dönemde büyük bürokratik sıkıntılar yaşanmıştı. Komünist Todor Jifkov yönetimi, 10 Kasım 1989 tarihinde kansız bir darbe ile indirildi ve Bulgaristan’da “Büyük Demokrasi Dönemi” diye adlandırılan bir süreç başladı. Birdenbire ortaya büyük sermayeler çıktı. Güç ve para; eski bürokratlar, mafya mensupları ve geçmişte çok etkili olan gizli servis elemanlarının elinde toplanmıştı. Tabi ki Bulgar Kilisesi açısından da bu gelişmeler olumlu sonuçlar vermedi. Komünist Parti zamanında kurulan Bulgaristan Diyanet İşler Müdürlüğü ise demokratikleşen rejime etkisiz ve basiretsiz bir başlangıç sergiledi.

1990’da, “Ulusal Yuvarlak Masa Toplantısı” yapıldı ve ülkenin sorunları arasında Bulgar Patriği Maksim’in komünist yönetimin adamı olmak, yasal bir şekilde seçilmemiş -komünistler tarafından bu göreve getirilmiş- olması gösterildi. Bu süreçte bütün üst rütbeli din adamları da medyada şeytandan daha kara gösterildiler. Kısa bir süre evvel, de Devlet Araştırma Komisyonu’nun hazırladığı bir rapora istinaden Patrik ve 12 metropolitten oluşan Bulgar Kilisesi Sen Sinodu’nda komünist dönemde “Bulgar İstihbarat Teşkilatı” olan “DS”nin 11 ajanı bulunduğu açıklanmıştı. 

Bir grup din adamı yeni bir oluşum gerçekleştirmek için harekete geçti ve Patrik Maxim ile ekibine karşı çalışmaya başladılar. S.D.S Partisi’nden bir milletvekili olan Hristofor Zıbev o dönemde ortaya çıktı ve parlamentodaki “Diyanet İşleri Komisyonu”nun başına geçti. Diyanet İşleri Başkanlığına yaşlı bir avukat olan Metodi Spasov tayin edildi. Yeni komisyon tarafından uygun görünmeyen bazı metropolitler, Diyanet İşleri Müdürlüğü tarafından azledildiler. Patrik Maksim safında olanlar, bu gelişmeleri kilisenin otonomisine tecavüz olarak nitelendirdiler. 30 Mayıs 1992 günü, Metodi Spasov, “komünist ajanı” olduğu gerekçesiyle, Patrik Maksim’in azli için emir verdi. Yine aynı emirle yeni bir Sen Sinod tayin etti ve bu yeni Sen Sinod’un başına başkan vekili olarak Metropolit Dimon’u getirdi. Zıbev; 1 Haziran 1992 günü sabahın erken saatlerinde taraftarları ve fedaileri ile birlikte Sen Sinod merkezini işgal etti. Patrik Maksim, ruhbanlar ve sivil memurların binaya girmelerini kaba kuvvet kullanılarak önlendi. İçerde olanlar yaka paça dışarı atıldılar. Korumalarla çıkan çatışma sonunda içeri giremeyen Patrik Maksim ve diğerleri çaresiz Sofya Metropolitliği’ne sığındılar ve uzun bir süre orayı Patrikhane merkezi olarak kullandılar. Böylece Ortodoksluk tarihinde yaşanmamış bir süreç başladı. 

Bu arada, SDS hükümeti yetkiler vaat ederek, çok sayıda metropolit ile anlaştı ve böylece bir Sen Sinod daha kuruldu. Nevrokop Metropoliti Pimen ikinci sinodun başına seçildi. Bu suretle Bulgaristan’daki her metropolitlik bölgesinde, Patrik Maksim’e bağlı olanlar ve Pimen’e bağlı olanlar şeklinde iki başlı bir yönetim başladı. (Bunun ne anlama geldiğini şöyle tarif edebiliriz: Türkiye’de her ilde bir İl Müftüsü vardır. Her ilde farklı gruplara bağlı 2 il müftüsü olmasını tasavvur edelim…)

Bu rezalet öyle boyutlara ulaştı ki iş kaba kuvvete vardı. Bazı bölgelerde din adamlığı ile bağdaştırılamayacak hadiseler yaşandı, metropolitlik binalarının, kiliselerin, manastırların kapıları kırılarak girildi, yağmalandı, din adamları birbirlerini dövdü… Bulgar Sen Sinodu’na ait olan mum fabrikasına da yeni patriğin safında olanlar el koydu ki bu fabrikanın geliri kilise için fevkalâde önemliydi. İlienski Manastırı’nda (Sveti İliya) bulunan bu fabrikada Sinod’un tersi olarak yazılan “Donis” adlı bir şirket kuruldu, mum ve diğer dini malzeme satışları bu şirket üzerinden yürütüldü. 

İki yıl boyunca Sen Sinod binası, Pimen taraflarının elinde kaldı. Patrik Maksim’in tüm itirazları ise sonuçsuz kaldı. Bir tarafta yasal Sen Sinod’un başı olduğunu iddia eden Maksim; diğer tarafta Maxim komünist ajanıdır. O ve tarafları tayin ile gelmişlerdir. Biz gerçek Sen Sinoduz.” şeklinde konuşan Pimen taraftarları, dini açıdan rezalet sayılabilecek bu kavgayı sürdürürken Bulgaristan Devleti hadiselere sadece seyirci kaldı. 1 Haziran 1994 tarihinde Metropolit Neofit kalabalık bir fedai gurubuyla binayı kaba kuvvet kullanarak geri aldı tabi devlet buna da seyirci kaldı!

4 Temmuz 1996 tarihinde, bir kilise konsülü toplantısı toplandı ve Pimen yeni grup tarafından Patrik seçildi zaten Pimen grubu bu konsül toplantıları ile birlikte ikinci Bulgar Patriğini seçeceklerini basın yolu ile kamuoyuna duyurmuşlardı. Patrik Maksim ve onun Sen Sinodu, bu konsülün yapılmaması için devlete baskı yaptılar fakat yapılmasını engelleyemediler. Kilise konsülü yapılırken Metropolit Pimen’e, Kiev Patriği Filaret de katılarak destek verdi. Bu arada eski Başbakan Filip Dimitrov ile Başsavcı İvan Tataçev de bu toplantılara katıldılar. Böylece 91 yaşındaki Pimen, Bulgaristan’a ikinci patrik oldu. Başsavcı İvan Tataçev ise yapılan seçimi tescil edeceğini ve yasal olduğunu savundu. 

Yazımızın başında 98 yaşında yönetim erki açısından işlevsiz olan Bulgar Patriği Maxim’in astlarınca yönlendirildiğini bir anlamda kukla olduğunu belirtmiştik. Bu yeni oluşturulan Sen Sinod ve başına seçilen Pimen’in de aslında farkı yoktu, zira dizginler hep Metropolit İnokentiy’in elinde oldu. Zaten süreç içinde Pimen vefat edince İnokentiy kendisini Sen Sinod Vekili olarak tayin etti. Bu suretle de başında patrik olmadan yönetilen ikinci bir sinod varlığını sürdürmeye devam etti.   Zamanla Pimen taraftarı metropolitler Maxim’den aman dileyerek saf değiştirdiler. Yeni sinod İnokentiy’in başkanlığında ısrarla varlığını sürdürmeye çalışsa da başarılı olamadı. Metropolit İnokentiy’in dini rütbesini Rusya’da almış ve Rusya’ya sempati ile bakan biri olduğunu da belirtelim.

1994’te Rum Patriği’nin cemaatimiz üzerindeki baskısına karşı bir mücadeleye başladığımızda Metropolit İnokentiy, İstanbul’a gelerek bizimle görüşmüş ve destek sözü vermişti. Fakat bu sözde kaldı… 

Bulgaristan; varlığını tarihsel süreçte, Panslavizm’in hamisi olan Rusya’ya borçludur ve bu mevcudiyetini, (Rumi) 1293 Harbi ya da 1877-1878 Osmanlı Rus Harbi’nin getirisi olan Rusya’nın dayatması, Aya Stefanos Antlaşması’na bağlar. Aya Stefanos (Yeşilköy) Antlaşması 3 Mart 1878’de imzalanmıştır. Buna göre, “Tuna Eyaleti”nde kurulacak geniş bir “Bulgaristan Prensliği” kabul edilmekteydi. Ancak büyük Avrupa devletleri, “Aya Stefanos Antlaşması”nı kendi çıkarlarına uygun bulmayarak 18 Haziran 1878’de “Berlin Kongresi”ni tertiplediler. Zira en büyük edinim Bulgaristan’da görünse de aslında güç olarak en çok nemalanan Rusya olacaktı. Berlin Kongresi’ne göre ise yaratılmak istenen Büyük Bulgaristan, küçültülerek Balkan Dağları kuzeyinde oluştu, Makedonya ve Balkan Dağları ile Ege Denizi arasındaki topraklar Osmanlıya bırakıldı. Aya Stefanos Anlaşması yürürlüğe girememiş de olsa, bugünkü Bulgaristan mevcudiyetini Rusya’ya bağlıdır ve bu şükran hep var olmuştur. 

Ta ki Bulgaristan’ın AB üyesi olma süreci başlayana kadar… 

Bulgaristan’daki kilise savaşını bir anlamda ABD ile Rus güç savaşı olarak da görmek gerekir. Dünya Ortodoks nüfusunun çok büyük kısmı Rusya’da yaşar. SSCB döneminde buna neredeyse tümü dahi denilebilirdi. Türkiye’de birkaç bin Rum Ortodoks vardır. Yunanistan’daki Slav, Müslüman ve Yunan olmayan unsurları çıkardığımızda ise birkaç milyon ile tanımlayabileceğimiz Yunan Ortodoks bulunur. Rusya’nın Ortodoks nüfusunu Yunanistan ile mukayese etmek bu bağlamda mümkün değildir. Bu bize, Rus Ortodoks Kilisesi’nin Fener Rum Patrikhanesi’nin Ekümenik ve Rum Patriği’nin Dünya Ortodokslarının lideri olma sevdasının karşısında durmasını açıklayabilir. Ve ABD’nin her daim Fener Rum Patrikhanesi’nin arkasında olması, en büyük destekçisi olması da bu suretle anlaşılır. 

1989’dan sonra, İstanbul’daki Bulgar Kiliseleri’ndeki önemli ayinler Rumca yapılmaya başlanmıştı. Buna dönemin “Grekofil” olarak bilinen Bulgar Vakfı yöneticileri de çanak tutmaktaydılar. 1994’te ise Rum Patrikhanesi ile aramızda dini belgeler krizi patlak verdi. Rum Patriği Bartholomeos, Türkiye’deki Bulgar Cemaati Başpapazı, Kostantin Kostoff’a baskı yaparak, vaftiz ve evlenme dini belgelerinin bundan böyle Rumca yazılmasını zira Türkiye’deki Bulgar Kiliseleri’nin kendisine bağlı olduğunu iddia ediyordu. (Bu süreç “Patrikhane ile Mücadelem, Bulgar Eksarhlığı Vakfı’nda 15 Yıl” adlı kitabımızda belgelerle tüm ayrıntıları olan 1996’daki hukuk sürecini başlattı.)

Bu süreçte, Maxim daima Rum Patrikhanesi’nin yanında yer aldı. Medyada yaşananların ayyuka çıktığı bir anda -ki bunu, Rum Patrikhanesi açısından hep çok akıllıca bir hamle olarak değerlendirdik- Rum Patriği Bartholomeos, Sofya’ya giderek Bulgar Patriği Maxim’e gövde gösterisi niteliğinde büyük bir destek verdi. 

Bartholomeos bu gezisinde diğer Sen Sinod’u tamamen dini kanonlara göre yasadışı ve yasal tek patriğin Maxim olduğunu ilân etti. Tabi bu durum ve Bartholomeos’un bu destek ziyaretinde Maxim’in bizim hakkımızda yaptığı beyanlar, Bulgaristan’da medya tarafından çok eleştirildi. Ama bu ziyaret ikinci Sen Sinod’un bize karşı destek vermemesine neden oldu. Hani “şaka gibi” denir ya… Kavganın başladığı anda harekete geçerek, İstanbul’a kadar gelen ve o an için bize çok önemli dini belgeler teslim eden, bir anlamda dini belgeler krizinin çözülmesinde de faydalı olan Metropolit İnokentiy, telefonlara çıkmamaya başladı. Biz de bir daha kendisini arayıp rahatsız etmedik! Bu değişmeyi ise kendi açılarından anlamaya çalıştık ve şu kanıya vardık: İkinci sinodun -ki arkasında devlet desteği de vardı- bir şekilde dini açıdan da yasal sinod kabul edilmesi durumunda Rum Patrikhanesi ile köprüleri atmamak! İstanbul’daki Bulgar Cemaati’ne yapılanları onaylayan bir tavır almadılar ama karşı da çıkmadılar.

Rum Patriği Bartholomeos, daha sonra da ziyaretler yaparak Maxim’in elini sürekli güçlendirdi. Aynı dönemde Yunanistan da hararetli bir şekilde Bulgaristan’ın AB üyeliği için destekçisiydi. 

Bu kavgalar süregelirken, Feriköy’deki Bulgar Mezarlığı’nda bir gün o anda Bulgaristan Başkonsolosu olan “Kiril Momçilov”, yanında bir dışişleri yetkilisi olduğunu sonradan anladığımız kişi ile birlikte bize aba altından sopa göstermeye çalıştı. Münakaşa esnasında “Bizim AB ile aramızı mı açacaksınız.” şeklinde bir ifade sarf etti. Kendisine pek de “nazik” olmayan bir üslupla, Bulgar Kiliseleri Vakfı’nın bir Bulgaristan kurumu olmadığını, Türkiye Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne bağlı, tüzel kişiliği olan bir Türk kurumu olduğunu ve yöneticilerinin de birer TC vatandaşı olduklarını söyledik. Yunanistan’ın AB sürecinde Bulgaristan’a desteği hep sürdü, bu süreçte de Bulgar Patriği Maxim’in Rum Patriği’ne “medyunu şükran” tavrı devam etti…

Patrik Pimen’in vefatının ardından, işlevsiz ve patriksiz kalan ikinci grubun çoktandır esamesi kalmamıştır. Bu bağlamda, Patrik Maxim de yaşamının son yıllarını huzur içinde, sorunsuz sürdürdü. Maxim’in bir dönem yaşlılıktan ötürü istifasını istediler ama o kabul etmedi, dini kurul da Barholomeos’un desteğini sürdürdüğü birini AB’ye girme sürecinde azil etmeye cesaret edemedi ve bu güne gelindi. 

Maxim’in bu kadar uzun yaşaması bir anlamda Bulgaristan’daki bazı beklentileri ya da dengeleri alt üst etmiştir. Bu makamlarda bulunanların yanlarında hep ondan sonra makamı elde etme arzusunda olanlar bulunur. 90’lı yıllarda, Metropolit Neofit ve Metropolit Dometyan’ın adları Maxim’in ardından “müstakbel” olarak telaffuz edilen isimlerdi. Bir zaman sonra Dometyan için bu söylem daha çok arttı. Ama şu anda artık onlar da yaşlı ve Bulgar Kilisesi’nin Maxim örneğindeki gibi erki kullanamayan ya da sağlının bozulma ihtimali olan birini seçme ihtimali zayıf görünüyor. Bu durumda ise ortaya sinodun en genç üyesi olan “Plovdiv Metropoliti Nikolay” çıkmakta…

Bulgaristan Kilise Kanonları’na göre, 7 gün içinde Sen Sinod Başkan Vekili’nin ve 4 ay içinde ise yeni patriğin seçilmesi gerekiyor. Bu işlemleri yürütmek için Sen Sinod’un başına “Tırnovo Metropoliti Grigoriy” getirildi. Teamüllere istinaden böyle bir süreçte Sen Sinod’un başına getirilen kişi; patrik olma şansı olmayan biridir. Zira Ortodoks dini yapılanmasında Sen Sinod başkanı o an görevde olan patriktir ve yeni patriğin seçimi ile birlikte Grigoriy’in de görevi bitecek.

Bir başka husus Bulgaristan Patriği’nin aynı anda Sofya Metropoliti ünvanını da taşıdığıdır. Maxim’in vefatının ardından boşalan bu görece de geçici olarak “Plovdiv Metropoliti Nikolay” getirildi. Bugün yapılan cenaze törenini de doğal olarak Nikolay yürüttü. Bu veriler karşısında, (şahsi) analizimiz; en genç sinod üyesi olan Metropolit Nikolay’ın müstakbel Bulgar Patriği olacağıdır. 

Müteveffa Patrik Maxim için dün (8 Kasım Perşembe) Sofya’daki Aziz Nedelya Kilisesi’nde, Rum Patriği Barholomeos,  Başbakan Boyko Borisov, çok sayıda bakan ve yöneticinin de katıldığı dini tören yapıldı.  

Rum Patriği Bartholomeos Perşembe günü özel bir uçak ile Sofya’ya vardığında yaptığı açıklamada Maxim’i “En iyi dostum” olarak niteledi. Maxim’in vefatı üzerine Bulgaristan’da 9 Kasım Cuma günü ulusal yas ilan edildi. Sofya’daki ve Bulgaristan’ın en büyük ve görkemli kilisesi “Aleksandır Nevsky”de Bulgaristan ve diğer ülkelerin diplomatları ile Ortodoks liderlerinin ve Rum Patriği Bartholomeos’un da katılımıyla ayin yapıldı.  Ayinde Bartholomoes bir konuşma yaptı. Daha sonra cenazesi defnedilmek üzere“Troyan Manastırı”na gönderildi. 

Allah Rahmet Eylesin…

Bojidar Çipof



2 Mart 2012 Cuma

BOJİDAR ÇİPOF 28 ŞUBAT 2012'DE ULUSAL TV'DE



Araştırmacı Yazar Bojidar Çipof, 28 Şubat 2012'de Ulusal Kanal 19.00 Haberleri'nde... Rum Patrikhanesi'nin, Yeni Anayasa çalışmaları .çerçevesinde; Heybeliada Ruhban Okulu'nu açtırmaya ve Patrikhane'ye "Ekümenik" statüsü kazandırmaya yönelik çalışmalarını değerlendirdi.

24 Şubat 2012 Cuma

RUM PATRİĞİN ANAYASA UZLAŞMA ALT KOMİSYON ZİYARETİ ve RUM CEMAAT VAKIFLARINDA SON DURUM

Sene 2009 Aralık sonları… Rum Patriği Bartholomeos, Amerikan “CBS Televizyonu”nda yayınlanan “60 Dakika” adlı programdaki şu ifadesi ile Türkiye’de şok etkisi yaratmıştı: “Türkiye’de kendimi çarmıha gerilmiş hissediyorum...”Patrik Bartholomeos, sıkça tekrarladıkları gibi ayrıca şu sözleri de o programda söylemişti: “Biz Müslümanlardan çok önce buralardaydık…” Bu da sıkça tekrarladıkları ve bir gün İstanbul’un yine Konstantinopolis olmasıyla, Bizans’ın yine ihyasıyla özdeşleşen “Megali İdea” ülküsünün, hayalinin tezahürü idi… 

Yıllarca yazdığımız yazılarda maalesef ülkemizdeki azınlık mensuplarının bir kısmında ve burada tümünü kast etmediğimizin de altını çizerek, bizde oluşmamış olan bir olguya vurgu yaptık… Amerika örneğinde olduğu gibi bireylerin evvelâ Amerikalı, sonra kendi etnik yapısını ortaya koyan bir ruhu sergileyemediklerini teessürle belirttik… Sürekli “başkalaştırılma”nın öne konulduğunu ama Türkiye’den önce Yunanistan’ın menfaatlerini koruyan, evvelâ Yunanlı olan bir yapı ile karşı karşıya olunduğunu ve dînî değil siyasi bir yapılanma içinde olunduğunu hep delilleri ile ortaya koyduk ve “olacak” dediğimiz her husus da oldu. 

2010 ve 2011 yılları, Rum Patrikhanesi’nin belki aklına bile getiremeyeceği kadar fazla edinimler, haklar kazanıldığı bir süreç oldu… Ama her aldıklarının ardından “daha” dediler ve sonra da “daha, daha” dediler ki bunu hâlâ sürdürüyorlar…

Aman dedik! “Yeni Anayasa” sürecinde çok dikkat edilmesi gerektiğini ısrarla vurguladık ve bunu bir kez daha şöyle vurguluyoruz: Tek tek irdelendiğinde masum ve hoşgörü çerçevesinde, “ne olur ki?” şeklinde ve hümanist bir bakış açısıyla bakılabilecek edinimleri alt alta yazınca ortaya çıkan tablonun ürkütücü olduğunu sürekli yazdık durduk…

2009 Aralık’ta “…çarmıha gerilmiş hissediyorum...” diyen ses 20 Şubat 2012’de davet edildiği “TBMM Anayasa Uzlaşma Alt Komisyonu”nda şöyle dedi:

Yeni anayasanın hepimizin anayasası olmasını istiyoruz. Biz ikinci sınıf vatandaş olmak istemiyoruz. Maalesef bugüne kadar azınlıklara karşı haksızlıklar oldu, haksızlıklara maruz kaldık. Bütün bunlar yavaş yavaş düzeltiliyor, değiştiriliyor, yeni bir Türkiye doğuyor. Ayrımcılık istemiyoruz, eşitlik istiyoruz. (…) bugüne kadar olan haksızlıkların tekrar olmaması için ricada bulunduk…

Gazetecilerin “Yeni anayasa konusunda somut olarak ne istediniz?” sorusuna ise Patrik Bartholomeos şunları söyledi: 

Biz eşitlik istedik. Eğitimde Ruhban Okulu'nun tekrar açılmasını istedik. Din ve vicdan hürriyeti, ibadet özgürlüğü istedik. İbadet ve eğitim alanına devletin yardımlarını istedik. Çünkü şu ana kadar herhangi bir kiliseye ve azınlık okuluna maddi yardımda bulunulmadı devlet tarafından… (…) Bütün hukukçularımızın, yani bütün azınlıkların hukukçularının yardımıyla hazırladığımız bir metin takdim ettik. Bu metinde bütün bu konular mevcuttur…

TBMM Anayasa Uzlaşma Alt Komisyonu üyesi MHP Milletvekili Oktay Öztürk’ün “Türk vatandaşlığınızı nasıl tanımlamaktasınız?” sorusuna ise “Türk devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes, din, mezhep, dil ve etnik köken gözetilmeksizin Türk’tür. Türklük bütün Türk vatandaşlarının beraberce varlığının ve dayanışmasının ifadesidir.” dedi.

İşte tam buraya, Rum Patriği Bartholomeos’un eski söylemlerini “bir başkasının mı?” seslendirdiğini sormak ve de “Batı Trakya ile Yunanistan’daki Türkler için hiç bir zaman işlemeyen mütekabiliyet” ile ilgili çok şey de yazmak mümkün…

Rum Cemaat vakıfları ile ilgili çok önemli bir gelişme var! Rum vakıflarının seçimlerinde doğal olarak o bölgede oturan Rum Cemaati mensubu, TC vatandaşı Rumlar oy kullanıyor ve vakıf yönetimini aday olabiliyor... Bu yöntem; alâkasız bir ilçede oturan bir kişinin başka bir ilçedeki yönetime müdahil olamamasını sağlıyor. Şu şekilde düşünülürse ve bu vakıfların asli işlevlerinin, cemaat mensuplarının dînî ihtiyaçlarını karşılamak için gerekli olan kilise ve akarlarının ayakta kalmasını sağlamak olduğu hususundan yola çıkılırsa; bir bölgedeki yönetimlerde de o bölge insanlarının söz sahibi olması en doğru olanıdır.

Rum Patrikhanesi ve Yunan Başkonsolosluğu’nun ortak çalışmaları ile Rum Cemaati mensuplarının neredeyse tümünde ve gizli olarak Yunan Pasaportu (da) vardır. Zira Türkiye’nin Yunanistan ile böyle bir “çifte vatandaşlık” anlaşması bulunmuyor. 60 yaş üstü kişilere ise “Yunanistan Sosyal Yardım ve Sosyal Sigorta Bakanlığı” bütçesinden üç ayda bir (Başkonsoloslukta) “1300 Euro” ödeme yapılır. Bu ödemelerin alınması için gerekli olan gizli Yunan pasaportlarının temdidinin ise ancak mahalli kiliselerden alınacak olur yazısı ile mümkün olduğunu önceki makalelerimizde çok kez yazdık. Patrikhane ve tabi de Yunanistan Muhalif sevmiyor... Pasaportun aidiyeti ve Avroların cazibesi…

Peki, muhalif cemaat mensupları ve vakıf yönetimi var mı? Birkaç muhalif vakıf arasında olan, “Balıklı Rum Hastanesi Vakfı” çok sayıda mülkü ve dolayısı ile kira geliri olan en önemli Rum vakfıdır ve başkanı “Dimitri Karayani”dir çok uzun yıllardır bu vakfın başında olup kendisine efsane başkan denir. Bu vakıf önceki dönemlerde zor durumda ve işlevsiz iken şu an gerçekten fevkalade iyi durumdadır ve de rant düzeylerinin iştah kabartıcı olması nedeniyle bu vakfın yönetimi bir zamandır ele geçirilmeye çalışılıyor, önümüzdeki sonbaharda seçime gitmesi için yönetimin üzerinde çok büyük baskı var. 

Vakıflar Genel Müdürlüğü bünyesindeki Vakıflar Meclisi’nde 2. Döneme girilen bir uygulama ile ise artık bir “Azınlıklar Temsilcisi” bulunuyor ve bu temsilci de 2. Kez seçilen “Pandeli Laki Vingas”tır… Kendisine 25 Mart 2011’de Boyacıköy Rum Kilisesi’nde Rum Patriği tarafından “Archon” ünvanı verilmiştir ve ABD’deki Archonlarla ilişkileri ve Yeni Anayasa çalışmaları çerçevesinde Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması ile Rum Patrikhanesi’ne tüzel kişilik kazandırılması için yapılan çalışmaların organizasyonunu sağlamaktadır. (Laki Vingas için eski yazılarımıza bakınız)

Ve şu anda Laki Vingas, Rum vakıflarının yöneticilerinin “dar bölge”den çıkılarak “geniş bölge“ uygulaması ile seçilmesini yani, aday nerede ikamet ediyorsa etsin yönetime aday olabilmesini sağlamanın çalışmasını sürdürüyor. 

Bu çalışma ise Balıklı Vakfı örneğinde olduğu gibi “aykırı” seslerin olmamasını sağlamaya yöneliktir. Bu noktada vakıf yöneticilerinden hizmet mi isteniyor, yoksa Patrikhane’ye ve Yunanistan’a “biat” mı isteniyor? Bu tartışılması gereken bir husustur… Aslında her vakıf kendi içinde özerktir ve her bir vakıf bir tüzel kişiliktir. Bu durumda; halen tüzel kişiliği olmayan Rum Patrikhanesi tüm Rum vakıflarının yönetiminde “egemen” olursa seçimler niye yapılıyor? Patrikhane’ye vakıflara yönetici atama gibi Vakıflar Kanunu ile tamamen tezat bir görev/yetki de mi yüklenecek?

Laki Vingas’ın bir başka hususta da etkin çalışmaları var. O da “Cemaat Vakıfları Yönetim Kurulu Seçimlerinin Seçim Esas Ve Usullerine İlişkin Yönetmelik” üzerinde son bir “iyileştirme” yapılmasını sağlamak… 

2008’de bu yönetmelikte yapılan bir düzenleme ile daha eski uygulamada, genelde 7 kişi olan vakıf yönetim kurullarında idarenin takdiri ile ve gerektiğinde 7.den daha fazla sayıda yöneticiye mazbata vermesi önlenmişti. 

Bazı büyük vakıflarda -ki özellikle Ermeni Cemaati’nde 7 kişi ile yönetilmesi zor olan büyük vakıflar var- bu uygulama bazı sorunlar yaşatmıştı. O tarihte bir şekilde 7 kişi şartı yönetmelikle sabitlendi ve bunun çıkması için bizim şahsımızın da etkenler arasında olduğu kanaatindeyiz. Zira 1993 ile 2007 yılları arasında “Bulgar Ortodoks Kiliseleri Vakfı”nda yöneticilik yaptık ve bu süreçte yapılan seçimlerde 2 kez 7 kişiden daha fazla sayıda yönetici mazbata aldı. 

O gün 7.den fazla olmasın diye bağıranlar şimdi de bu sayı az çoğaltalım diye talepte bulunuyorlar. Bu talep; diğer cemaat vakıflarının istekleri değildir ve Rum Patrikhanesi’nin, tüm Rum cemaat vakıflarında egemen olmasını, tamamen kendi adamlarını yerleştirmeye yöneliktir. Dikkat edilirse, sürekli yeni bir bürokratik ya da yasal değişiklik talepleri ardı ardına sıralanmaktadır.

Yeni Anayasa çalışmaları çerçevesinde ise ne kadar çok hak alınırsa yetinilmeyeceği son Alt Komisyon ziyaretinden sonra anlaşılmıştır ve “daha, daha” istekler devam edecektir.

İstenen haklar, her Türk vatandaşı ile “eşit” değil “imtiyazlı” bir cemaat doğurmaya yöneliktir ve aklımıza daha sıkça “Batı Trakya” ile olmayan “Mütekabiliyet” gelmeye devam edecektir.

24 Ekim 2011 Pazartesi

BOJİDAR ÇİPOF 23 EKİM 2011'DE KADIRGA TV'DE BÖL. 4


4. BÖLÜM
Araştırmacı Yazar BOJİDAR ÇİPOF; 23 Ekim 2011'de, KADIRGA TV "KARADENİZ'DEN GENİŞ AÇI" Programında MUHARREM BAYRAKTAR'ın konuğu oldu. Son dönemde Rum Patrikhanesi'nin edinimlerini, SÜMELA MANASTIRI'nda dönen entrikaları gözler önüne sererek analiz etti. Bazı hususlarda ise ileriye yönelik oluşabilecek tehlikeler için kamuoyunun dikkatini çekti.

BOJİDAR ÇİPOF 23 EKİM 2011'DE KADIRGA TV'DE BÖL. 3


3. BÖLÜM
Araştırmacı Yazar BOJİDAR ÇİPOF; 23 Ekim 2011'de, KADIRGA TV "KARADENİZ'DEN GENİŞ AÇI" Programında MUHARREM BAYRAKTAR'ın konuğu oldu. Son dönemde Rum Patrikhanesi'nin edinimlerini, SÜMELA MANASTIRI'nda dönen entrikaları gözler önüne sererek analiz etti. Bazı hususlarda ise ileriye yönelik oluşabilecek tehlikeler için kamuoyunun dikkatini çekti.

BOJİDAR ÇİPOF 23 EKİM 2011'DE KADIRGA TV'DE BÖL. 2


2. BÖLÜM
Araştırmacı Yazar BOJİDAR ÇİPOF; 23 Ekim 2011'de, KADIRGA TV "KARADENİZ'DEN GENİŞ AÇI" Programında MUHARREM BAYRAKTAR'ın konuğu oldu. Son dönemde Rum Patrikhanesi'nin edinimlerini, SÜMELA MANASTIRI'nda dönen entrikaları gözler önüne sererek analiz etti. Bazı hususlarda ise ileriye yönelik oluşabilecek tehlikeler için kamuoyunun dikkatini çekti.

BOJİDAR ÇİPOF 23 EKİM 2011'DE KADIRGA TV'DE BÖL. 1


1. BÖLÜM
Araştırmacı Yazar BOJİDAR ÇİPOF; 23 Ekim 2011'de, KADIRGA TV "KARADENİZ'DEN GENİŞ AÇI" Programında MUHARREM BAYRAKTAR'ın konuğu oldu. Son dönemde Rum Patrikhanesi'nin edinimlerini, SÜMELA MANASTIRI'nda dönen entrikaları gözler önüne sererek analiz etti. Bazı hususlarda ise ileriye yönelik oluşabilecek tehlikeler için kamuoyunun dikkatini çekti.

21 Ekim 2011 Cuma

BATMIŞ YUNANİSTAN, İSTANBUL RUMLARI’NA MAAŞ VERMEYİ AKSATMIYOR


Yunanistan ile Rum Patrikhanesi 90’lı yıllardan itibaren öncelikli olarak Rumlar olmak üzere Türkiye’deki Hıristiyan yaşlılara emeklilik maaşı vermektedir.  

İlk başlarda aylık “400 Dolar” olan bu emekli maaşı, şu anda üç aylık “1300 Euro” şeklinde ödeniyor. 65 yaştan yukarı erkekler ile 60 yaştan yukarı “Hıristiyan” kadınlar “Rum Patrikhanesi’nin onayı” ile bu maaşı alabilmektedir.

Yukarıda, Rum asıllı yaşlılar yerine neden “Hıristiyan” yaşlılar şeklinde bir ifade kullandığımız ise işin dikkat çekilmesi gereken bir başka yanıdır ve yazımızın sonlarında irdelenmektedir.

Bu tahsisat, “Yunanistan Sosyal Yardım ve Sosyal Sigorta Bakanlığı” bütçesinden ayrılmış bir tahsisat olup Yunanistan başkonsolosluğu vasıtasıyla maaş bağlanan kişilere ödenmektedir. Yunanistan; bu yaşlılık maaşlarını “Emeklilik Sigortası” olarak tanımlamaktadır. Peki, Türkiye’deki Rum asıllı vatandaşlarımızın, Yunanistan ile nasıl bir sosyal sigorta hakkı edinebileceği bağ vardır, nerede emekli olup bu hakkı edinmişlerdir de böyle bir ödemeyi düzenli olarak alıyorlar?

Türkiye’de yaşayan, Türk vatandaşı Rumların tamamında değil ama yaklaşık hepsinde Yunan pasaportu da bulunur ve dolayısı ile bu insanlar aynı zamanda Yunanistan vatandaşlarıdır. Bu Türkiye açısından yasal değildir, zira Türkiye’nin Yunanistan ile imzaladığı bir “çifte vatandaşlık” anlaşması yoktur. Bu durumda kişilerin ellerindeki Yunanistan pasaportları da (Türkiye açısından) yasal değildir.

Vatandaşlık bir aidiyet ve bağdır. Hele her ay düzenli olarak ödenen bir para da ortada varsa çok daha güzel bir bağdır ve bu bağı Rum Patrikhanesi cemaati susturmak adına fevkalâde kullanmaktadır.

Yunanistan; bir bakanlığın tahsisatından bu maaşları ödese de emekliliğin bağlanması, sadece Rum Patrikhanesi’nin onayı ile mümkün olabilmektedir. Bu durumda Patrikhane’nin dini olmayan faaliyetlerinden hoşnut olmayan insanların seslerini yükseltmesi, bir hususta herhangi bir tenkitte bulunması tabi ki mümkün değildir. Zira cemaat içinde kişiye maaş bağlanmadan evvel Yunan Konsolosluğu memurları çok titiz bir istihbarat yapmakta en son olarak da Patrikhane’nin onayına gönderilmektedir.

Bu kişilerin Yunan pasaportlarını temdit ve değiştirme işlemleri ise semt metropolitlerinin imzaladığı bir kilise evrakı olmadan yapılmamakta ve bu durumda, cemaat mensupları Rum Patrikhanesi’ne “tam biat” etmedikçe pasaport ve emekli maaşı almaları mümkün olmamaktadır.

Başkalaştırma”dan, “ötekileştirme”den bahsedenler bu durumda zaten işin başında; “başka” ve “öteki”dir. 

Yazılarımızda sık sık yineliyoruz. Amerika vatandaşları, evvelâ Amerikalı sonra kendi etnik kimliği ile yaşarlar. Amerika’nın politikalarını benimsemesek de Amerikan vatandaşlığının doğal tepkisi olan Amerikalı olmayı çok güzel benimsetiyorlar. Türkiye vatandaşı azınlıklarda evvelâ Türk olmak ve -bizim gibi düşünenleri tenzih ederek ve bu söyleme dâhil etmeyerek- Türkiye’nin âli çıkarlarını gözetmek duygusu maalesef oluşmamıştır.

Pasaport ve vatandaşlık gerçekten bir aidiyettir ve hele bir de sunulan imkânlar, ödemeler varsa konuşamazsınız, Türkiye ile aidiyet oluşturduğunuz ülke arasındaki ihtilaflarda, sorunlarda taraf olursunuz. Türk vatandaşlığınız zaten yasaldır ve hakkınızdır. Ama cebinizde (Türkiye’ye göre) yasal olmayan pasaportunu da taşıdığınız ülke aleyhinde davranamaz, konuşamazsınız. Bu durumda başkasınız, ötekisiniz. Sonra da sürekli olarak Türkiye aleyhinde yapılan kötü propagandaları benimsersiniz ve Türkiye için “ötekileştirmeci” ya da “başkalaştırmacı” nitelendirmesini yaparsınız.

Bu tıkır tıkır işleyen ve Rum Patrikhanesi’ni ziyadesiyle mutlu eden işleyiş; son günlerde Yunanistan’ın İstanbul Başkonsolosu “Vasileos Bornovas” ile Rum Patriği’nin arasını soğuttu!

Yunanistan’da devletten sonra gelen en zengin kurum Yunan Kilisesi’dir. Sonsuz mal varlığı ve gelirleri bulunmaktadır ve vergi de verir. Rum Patrikhanesi’nin de Yunanistan’da Yunan Kilisesi’^ne yakın büyük mal varlığı vardır. Bu mal varlığından oluşan kazançlardan vergi alınmaması için Papandreu’ya son zamanlarda Patrikhane tarafından baskı yapıyorlar.
Yunanistan bilindiği gibi büyük bir mali kriz ile karşı karşıyadır. Bu rağmen Papandreu’nun Yunanistan Başbakanı olduğundaki ilk icraatı, “8 Milyon Euro” olan yıllık “Rum Patrikhanesi’ne Örtülü Yardım”ı “10 Milyon Euro”ya çıkartmak olmuştu. 4 taksitte gönderilen bu yardım; krize rağmen düzenli olarak yapılmakta iken en son taksit bu yaşadıkları kriz nedeniyle aksadı! 

Rum Patriği Barholomeos, 7-12 Ekim arasında “Aynaroz Bölgesi”ne bir ziyaret yapmıştı ve bu ziyarette bir araya geldiği Papandreu ile bu konu enine boyuna tartışıldı. Son taksidin ödenip ödenmediği ve şu an itibariyle akıbetinin ne olacağı net değil! Çok uzun zamandan sonra ilk olarak Rum Patrikhanesi de sıkıntıya girdi.

Nereden bakılırsa bakılsın Rum Patrikhanesi ve Rum Cemaati; Yunanistan için büyük bir mali konu teşkil etmektedir. Hal böyle iken ve mali krize rağmen para desteği sürerken yaşlı Hıristiyanlara ödenen “Emeklilik Sigortası” son günlerde bambaşka bir konudan sorun olmaya başladı. İstanbul Başkonsolosu “Vasileos Bornovas” ile Rum Patriği’nin arasını soğumasının perde arkasında; Patrikhane’nin Rum/Yunan olmayan Hıristiyanlara da bağlamış olduğu emeklilik ödemeleri yatmakta...

Zira bu paraların bir kısmı; Patrikhane’ye yakınlığı ile bilinen “Ermeni”, “Arap” kökenli (Antakyalılar olarak bilinen cemaat) ve “Bulgar” cemaatlerinden belirtilen yaşlardaki kişilere de verilmektedir.

Yunanistan ve Rum Patrikhanesi neden etnik kökeni farklı olan yaşlı Hıristiyanlara da emeklilik maaşı bağlar? Bu sorunun yanıtı ise tam bir Bizans entrikasını içinde barındırıyor!
Ermeni Cemaati, Türkiye’nin en büyük Hıristiyan azınlığıdır ve sayıları 70 Bin civarındadır. Ermeni Cemaati’nin içinde gruplaşmalar vardır. Ermeni Patriği Mutafyan’ın seçiminden önce bu gruplaşmalar ayyuka çıkmıştı. Ne ilginçtir ki 70 Bin kişilik Ermeni Cemaati, Vakıflar Kanunu’nun, 41. Maddesi gereğince 28 Aralık 2008’de yapılan “Vakıflar Meclisi’ne“ seçilen “Azınlık Vakıfları Temsilcisi”ni kendi içinden çıkaramadı ve bu  “Temsilcilik” Rum Cemaati’nden birine kısmet oldu.

Arap kökenliler denince bu kişiler “Antakyalı” olarak bilinen Ortodoks Hıristiyan Türk vatandaşlarıdır. Bu insanları Süryaniler ile de karıştırmamak gerekir. Ana lisanları Arapça olan bu insanlar yıllar süren sistematik bir çalışmayla “Rumlaştırıldılar”…

İstanbul’daki kiliselerin çoğunda görevli olarak bu çalışkan insanlar istihdam edilmektedir. Çoğunun hüviyetlerinde Rum yazar ki bu işte gerçek olmayan bu durumdur. Zira bu insanlar gerçekte merkezi Şam’da bulunan “Antakya Patrikhanesi”ne bağlıdırlar. 1997 ile 2007 yılları arasındaki Bulgar Eksarhlığı Vakfı’ndaki yönetim kurulu üyeliğimiz süresince Rum Patrikhanesi’nin bu insanlardan çok güzel istifade ettiğini gördük.

Gerek vakfımızda çalışanlar ve gerekse tanıdığımız kişilerin birçoğundan “Ne milletsiniz?” sorusuna hep “Rum” yanıtını aldık. Türkiye’de siyasi fırtınalar yaratan, yabancı ülkelerin baskısına maruz kalınmasına neden olan Rum Patrikhane’sinin cemaati için çok yerde 5000 kişi diye bir rakam telaffuz edilmektedir. Ancak Rum Cemaati gerçekte, 1500 kişiden azdır.  İşte bu sayıyı kabartmak için Antakyalılar kullanılır. Nemalanan, iş bulan, maaş alanlar dışında kendilerine yapılan “Rum” nitelemesine bozulanların az olmadığını ise burada ifade etmek istiyoruz. Bulgar Cemaati’ne gelince ki bu husus uzmanlık alanımızdır, bu konuda yazmış olduğumuz 656 sayfalık “Patrikhane ile Mücadelem” adlı kitabımızda 220 belge ile gerçekleri ortaya koyduk.

Bulgar Cemaati’nde de çok sayıda kişide Yunan pasaportu vardır ve bunların yaşlıları Yunan Başkonsolosluğu’ndan emekli maaşı alıyor. Bulgar Cemaati belki Antakyalılar kadar Patrikhane’ye sayısal destek değildir ama Haliç’teki “Demir Kilise” gibi çok önemli olan mülkleri ve en önemlisi kurumsal yapısı, yani Patrikhane’nin sahip olmadığı “Tüzel Kişilik” ile Patrikhane’nin “Grekleştirmek” arzusunda olduğu bir cemaattir. Bartholomeos’un patrik olur olmaz bu cemaat üzerine asimile etmek için neler yaptığı yukarıda bahsettiğimiz kitabımızda belgelerle gözler önüne serilmiştir. Bir yere kadar asimilasyonda muvaffak da olunmuştur. Hatta şu an görevde olan 7 kişilik Vakıf Yönetim Kurulu üyelerinin 5’nde, yazımızın başında açıkladığımız, “yasal olmayan şekillerde” edinilmiş Yunan pasaportları bulunmaktadır.

Şimdi, Patrikhane’nin başı kendi cemaat mensupları gibi “bağımlı” hale getirmek için maaşa bağladığı Ermeni, Arap kökenli ve Bulgar kişilere de verdiği “Emekli Maaşı”  nedeniyle Yunanistan İstanbul Başkonsolosluğu ile dertte. 

Yunanistan İstanbul Başkonsolosluğu tabi ki Yunanistan’ı temsil eder. Bunu da göz ardı etmemek ve hadiseyi Başkonsolos ile Patrikhane arasında bir ihtilaf şeklinde nitelememek lazımdır.

Söz konusu olan emekli maaşları, havale yöntemi kullanılmadan diplomatik araçlarla “çek olarak” İstanbul’a getiriliyor. Sonra bu çek; bir Yunan şirketinin satın aldığı “Finasbank”ta nakde çevrilerek listedekilere İstanbul Başkonsolosluğu binasında elden ödeniyor

2004 yılında, Rum Patrikhanesi’nin Selanik yakınlarındaki “Piliea” bölgesinde, mülkiyeti kendilerine ait olan ve çok değerli 330 dönümlük bir arazide dev bir alışveriş merkezinin inşaatı yapılmıştı. İnşaatı, “Lamda Development” ile “Sonae Kharangionis” firmaları tarafından kurulan “Piliea” adlı bir şirket yaptı. 

Lamda Development firmasının sahibi aynı zamanda Yunanistan’ın ikinci büyük bankası olan “Eurobank EFG”nin da sahibi olan armatör “Spiros Latsis”dir. Eurobank EFG ise eski adı ile “Tekfenbank”, şimdiki adı “Eurobank Tekfen” olan Türk bankasının 2006’dan itibaren % 70 sahibidir. 

Üç ayda bir 1300 Euro olarak maaşların dağıtıldığı Yunanistan İstanbul Başkonsolosluğu içinde para almayı beklerken kendi aralarında “Türkçe” konuşan yaşlılara kaba davranıldığı, hatta bazı kişilerin mahalden kovulması ile bina içinde sadece Yunanca konuşmaları istenmektedir. 

Gökçeada’da ve Bozcaada’da yaşayanların maaşını ise Başkonsolosluk adına Rum Patrikhanesi 530 Euro aylık olarak ulaştırmaktadır. Gökçeada’da ve Bozcaada’daki dağıtımların Patrikhane tarafından aksatılarak yapılması ve bazı kesintiler de olması ise emekli maaşı alanların çileden çıkmasına neden oluyor.

Emeklilik maaşı alanların sayısı şöyledir: İstanbul’da 950, Gökçeada’da 182 ve Bozcaada’da 17 kişidir. Bu gerçekten mali kriz ile boğuşan Yunanistan’ın tarafından bakıldığında çok büyük bir destektir.

Şimdi soru şu ki: “Yunanistan Sosyal Yardım ve Sosyal Sigorta Bakanlığı” bütçesinden ayrılan ödenekle emeklilik maaşı alanların, dolayısı ile artık aleyhte hiçbir hareket ve tenkit yapma olasılığı ortadan kaldırılanların arasına dâhil edilen, Ermeni, Arap kökenli ve Bulgar etnik kökenli Türk vatandaşlarını “kimin adamı” olarak tanımlayabileceğimizdir.


BARTHOLOMEOS ŞEHİTLERİMİZE RAĞMEN YEMEKLİ KUTLAMA YAPIYOR
Bartholomeos’un Heybeliada’dan mezun olup ruhban oluşunun 50. Yılı, Okulun kapanmasının 40. Yılı ve Bartholomeos’un Patrik oluşunun 20. Yılı olduğunu ve 21 Ekim akşamı “Four Seasons Otel”de bir yemekle başlayacak etkinliklerle, Bartholomeos’un Patrik oluşunun 20. Yılı kutlamaları başlıyacağını bir önceki yazımızda belirtmiştik.
Bu kutlamalara “Amerika Başpiskoposu Dimitrios” ve bir ruhban grubu, ayrıca Amerika’daki “Archonlar” da başkanları “Antony J. Limberakis” ile birlikte geleceklerdi. 21 Ekim’de başlayacak etkinlik kapsamında 300 kişi civarında olması beklenen yemeği şehirlerimize rağmen iptal etmiyorlar.
Sadece 22 Ekimde “İstanbul Kongre Merkezi”nde (Harbiye’deki eski Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu) yapılacak 3 bin kişilik resepsiyonu iptal ettiler.
23 Ekimde, 16.00 18.00 saatleri arasında Karaköy’deki “Galata Rum İlkokulu” da yapılacak panel de programdan çıkmadı…
Sırbistan Patriği, Gürcistan Patriği ve Arnavutluk Başpiskoposu da bu kutlamalara iştirak etmek için İstanbul’a geliyor.
Şüphesiz ki bu kutlamalar kapsamında Amerika’dan gelen Archonların, Türkiye’deki Archonların eşliğinde, Hükümet ve devlet görevlileri ile yapmaya çalışacakları görüşmelerin, bu elim terör gündeminde olması mümkün olmayacak ve “Ekümenik Markaj” Türkiye’nin  başta terör olmak üzere çok sayıda derdi arasında devam edecek görünüyor.